Bir varmış, bir yokmuş, ülkesinde avcının biri, kuşlara meraklı imiş. Hem yemeye meraklı, hem de tutup kafese kapatıp seyretmeye, söyletip dinlemeye. Kurmuş ormanın kuytusuna kapanı, yatmış pusuya. Tüyleri alacalı bulacalı, nadir bulunur, az rastlanır cinsinden bir kuş da gelmiş girmiş kapanın içine. Avcı ortaya çıkınca kuş yalvarmaya başlamış:
- "Avcı avcı, bırak beni gideyim. Yemeğe kalksan ufacığım, pişirdin mi benden bir lokma bile et çıkmaz. Kafese kapatsan ağzımı bile açmam, ne şakırım ne konuşurum, ama beni özgür bırakacak olursan sana üç öğüt veririm ki, hem çok mutlu olursun yaşamda, hem de çok başarılı."
Avcı düşünmüş taşınmış:
- "Eh söyle, ver bakalım şu üç öğüdünü, o zaman bırakırım seni," buyurmuş.
Kuş:
"1.
Sağduyuya, akla aykırı düşecek hiç bir şeye inanma 2. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, gerçekleştiremeyeceğin şeyler için üzülme 3.
Asla ama asla olanaksızın peşine takılma." demiş.
Avcı şöyle bir bakmış kuşa:
- "Bu söylediğin, büyük cevherler değil, ben zaten yaşamımda her an bu prensipleri uyguluyorum. Ama fazla işe yarayacak bir kuş değilsin, o yüzden sözümü tutup seni bırakacağım." demiş.
Kuş fırlamış yakındaki bir ağacın tepesine, açmış ağzını yummuş gözünü:
- "Avcı avcı salak avcı,  sen beni herhangi bir kuş mu belledin? Ben bütün kuşlardan daha farklı bir kuşum. Kalbim yakuttan benim. Kalbimin yerinde kocaman bir yakut var, beni kesip kalbimi çıkarsaydın dünyanın en zengin adamı olacaktın." demiş.
Salak avcı dönmüş, bağırıp çağırmaya başlamış:
- "Kuş seni yine yakalayacağım." diye tepinmeye başlamış, deliye dönmüş hırsından.
Hemen ağaca tırmanmaya başlamış. Kuş ağacın en üst dallarından birine, adamın erişemeyeceği bir yere konmuş. Avcı üst dala erişip de kuşu yakalayayım derken yuvarlanmış ağaçtan.
Kuş:
- "Nasılsın bakalım? Öğütlerimi beğenmemiştin, ben bunların hepsini zaten biliyordum demiştin. Ben sana ne dedim önce? Sağduyuya, akla ters gelecek hiç bir şeye inanma. Be adam, kalbi yakuttan kuş olur mu? Hemen inandın, gözün döndü. Yaptığın hiç bir şeyden pişmanlık duyma, yani sonradan pişman olmamak için, bir şeyi yapmadan önce iyice düşün taşın dedim. Beni bıraktın, ardından da hemen bıraktığına pişman olup peşime düştün. Üçüncü öğüdüm, gerçekleşmesi olanaksız bir şey için boş yere gücünü harcamaydı. Sen beni nasıl yakalarsın, ben kuşum, uçmuş uçmuş, en üst dala konmuşum. Sen oraya nasıl erişirsin be adam?" demiş ve uçmuş gitmiş.
"Dünyada iki gül olsun, biri kırmızı biri beyaz, sen beni unutursan kırmızı gül solsun, ben seni unutursam beyaz gül kefenim olsun".
"Bir söylenceye göre düşman iki ailenin çocukları olan Ali ile Zehra biri birine ölesiye sevdalıymışlar. İki genç daha çocukken ailelerinin düşmanlığına rağmen, gönül verip sevmişler birbirilerini. Aşkları, gökle - yerin aşkı kadar büyük, çiçekle suyun - aşkı gibi temizmiş. Günler gecelere, geceler günlere akıp giderken, herkes aşkına göre almış hissesini hayatın pınarından. Yıllar su gibi akıp gitmiş, Ve yöre de herkesin dilinde Zehra kızın güzelliği söylenir, Zehra kızın güzelliği konuşulur olmuş. Ta topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, inci dişleri, kıpkızıl dudakları, pembe yanakları ve heykel gibi kusursuz bedeni ile perileri kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış. Derken Ali ile Zehra büyüyüp evlenme çağına erişmişler ama evlenmelerine her iki tarafta bir türlü razı olmamış. İki düşman aile arasında kavgalar başlamış, günlerce silahlar patlamış. Zehra ile Ali de çevrelerine aşklarını, biri birine bağlılıklarını kanıtlamak için evlerini terk edip iyi yürekli bir çobanın yardımıyla uzak bir vadideki mağaraya gizlenip yıllarca orada barınmışlar. Zehra'nın kardeşleri her yeri aramış taramışlarsa da hiç bir yerde izine rastlamamışlar. Epey bir zaman yabani meyveler, bitkiler, kökler yiyerek ve geceleri çobanın köyden taşıdığı yiyeceklerle yaşamını sürdürmüşler. Dolunaylı gecelerde iki derin vadi arasındaki mağaranın önünde oturup, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak dağlara, taşlara türküler yakmışlar. Zehra kızın saçları gece, gözleri yıldız, bakışları gökkuşağını andırırmış. Baktıkça Rengarenk bir ahenk sararmış vadinin içini. Her sabah gün burada aşkla başlayıp, aşkla bitermiş. Kuşların inceden soluyuşu, ağaçların nazlı nazlı sallanışı, yaprakların hışırtısı bir başka güzelleştirirmiş çevreyi. Renk renk, desen desen çiçekler içinde, pınarların da akışıyla bu renk ve ahenk harmonisi, iki gönül coğrafyasının ve iki yürek ikliminin mutluluğuyla uzayıp gitmiş günler. genç adam sevdiği kıza her gün hayran hayran bakarak sazına sarılıp türküler dizermiş ırmaklara. Dağ, taş dillenirmiş sesinde. Sevdiğinin gözleri denizin incileri, dişleri mercan, saçları gecenin kıranlığı, gülüşü bahar gülü kadar güzelmiş, güldükçe Cangülleri saçılırmış dağa, taşa. Sonra Zehra kızın kardeşleri iz sürüp yatmışlar pusuya. Her şeyden habersiz dağlara, kayalara saz çalıp sevdiğinin ceylan gözlerine türküler söyleyen Ali'yi tek kurşunla kayadan aşağı yuvarlamışlar. Ağıt yakıp saçlarını yolan Zehra kız Ali'nin acısına dayanamayıp ümitsizliğe kapılarak oda kendini aynı uçurumdan aşağı bırakır. İkisi yan yana gömülür. Sonraları kızın baş ucuna ak, erkeğin başucunda al bir gül fidanı çıkar ve her bahar yeşerip biri ak biri kırmızı gül açarak biri birine sarılarak tekrar kavuşurlar hiç ayrılmamak üzere. Yelpınarın suyu gövdelerine değdikçe ağlamışlar, iri iri yaşlar süzülmüş yapraklarından. Beyaz duvağını takıp tomurcuğuna, ağıtlar yakmışlar kayalara dönüp sırtını Munzur dağına. Ne zamanki acısı, ne zamanki hasreti işlemiş kayalara Zehra kızın, paramparça olmuş kayalar, her parça kızıl bir ağgül olmuş kanamış. Yıllarca pınarlar kan akmış. Tarifsiz bir acı çökmüş her yana. İşte o gün bu gündür her bahar biri birine kenetlenen bu iki çiçeğin olduğu yerde ağlama ve inilti sesleri duyulur geceleri. Halk arasında mağaranın önünde gömülü olduğuna inanılan bu iki sevgilinin aslında ölmediklerinin, onların değişik zamanlarda değişik şekillerde göründüğüne dair rivayet edilir. Halk arasında hala iki sevgilinin, iki çiçeğe dönüşerek yaşadıklarına inanan yörenin gençleri. Bu söylentilerin de etkisiyle olacak ki, her bahar mağarayı ziyaret ederek dilek tutup kısmet ve murat duası ederler. Rüzgarın sesi bu yörelerde her gece yaşanmış efsaneleri fısıldar. Bazen yaşlı bir ninenin anlattığı masalda dillenir, bazen de bir sazın tellerindeki ezgide.