En son şakalar

Bir zamanlar kuru fasulyeye çılgınca düşkün bir adam varmış. Kuru fasulyeye bayılırmış, ama her zaman fasulyenin sonraki etkisi utandırıcı ve canlı bir tepki oluyormuş. Adam bir gün bir kıza rastlamış ve aşık olmuş. Evlenmeye karar vermişler. Fakat kız:
- "Ancak kuru fasulye yemeği bırakırsan seninle evlenmeyi kabul ederim" diye şart koşmuş. Adam da büyük bir fedakarlık gösterip fasulyeyi bırakmış. Kısa bir süre sonra evlenmişler.
Bir kaç ay sonra, bir akşam adam işte iken telefonu çalmış. Arayan adamın eşiymiş ve akşamleyin bir saat geç gelmesi için rica etmiş, adam da kabul etmiş.
İşten çıkan adam dışarıda bir saati doldurmak için gezinirken bir lokantadan gelen kuru fasulye kokusuna yenik düşmüş:
- "Sadece bir porsiyon yerim" diye içeri girmiş, fakat hızını alamamış. Bir, iki, üç, beş, yedi derken 10 porsiyona tamamlayıp dışarı çıkmış. Ancak, adam dışarı çıkar çıkmaz hemen gaz olayı başlamış. Adam da koşturarak karşıdaki parka gitmiş ve bir güzel başlamış gaz çıkarmaya. Fakat durmaya niyeti yok. Gaz çıkardıkça çıkarıyor. En sonunda:
- "Tamam artık kalmadı. Saat de zaten doldu, artık eve geri dönebilirim." demiş.
Eve gelmiş, zile basmış, karısı kapıyı açıp kocasının kucağına atlamış:
- "Kocacım sana bir sürprizim var fakat biraz bekle." deyip bir mendil bulmuş ve kocasının gözlerini bağlamış. Ardından kocasının koluna girip onu yemek masasının başındaki sandalyeye oturtmuş. Gözündeki bağı tam açacakken telefon çalmış. Karısı gözünü açmaması için yemin ettirdikten sonra telefona cevap vermeye gitmiş. Fakat bu arada adamın gaz olayı yine son haddine gelince bakmış karısı da hala telefonla konuşuyor, adam ağırlığını bir poposunun üstüne vermiş ve koyvermiş. Hem yüksek sesliymiş, hem de çürük yumurta kadar olgun. Hemen el yordamıyla pencereyi bulmuş, koşmuş pencereyi açmış, pantolonunu çıkartmış, donunu çıkartmış ve dışarıda donunu sallayarak havalandırmış. Pencereyi kapatarak gene el yordamıyla yerine dönmüş. Karısı konuşmaya devam etmekteymiş. Adam:
- "Eee öyleyse fırsattan tekrar istifade edeyim." demiş. Bu sefer öbür poposunun üstüne ağırlığını vermiş ve tekrar gürültülü bir şekilde koyvermiş. Bu ödül bile kazanabilirmiş. Hemen tekrar el yordamıyla pencereyi bulmuş, koşmuş pencereyi açmış, pantolonunu indirmiş, donunu çıkartmış ve dışarıda donunu sallayarak havalandırmış. Pencereyi kapatmış ve yerine dönmüş. Bu durum hanımının telefon konuşması sona erene kadar beş dakika daha devam etmiş. Mutlu bir şekilde gülümsemiş masumca. Karısı döndüğünde:
- "Seni beklettiğim için özür dilerim. Gözünü açtın mı? diye sormuş.
Kocası:
- "Gözümü hiç açmadım" diye yemin etmiş. Bunun üzerine karısı, adamın gözündeki bağı çözmüş ve bağırmış:
- "İyi ki Doğdun Aşkım, Happy Birthday To You."
Fakat bu sırada Doğum Günü Partisi için hazırlanmış masanın etrafında on iki adet misafir, ağızları bir karış açık, oturmuş adama bakıyorlarmış.
Bir Ölüden Yardım: 17 Ağustos depreminde ve sonrasında meydana gelen bir çok olayı televizyon ve gazetelerden tanık olmuşsunuzdur. Ben de televizyonda seyrettiğim bir olayı size anlatmak istiyorum. Depremden sonra bir çok insan evsiz kalmış, ailesini yitirmiş ve yardıma muhtaç hale gelmişti işte şöyle bir durumda Hayır severler hemen bölgelerdökülürin yardımına koşmuştu. İstanbul'da oturan orta halli bir ailenin çocuğu olan Mustafa babasının arkadaşının yardım göndermek istediğini bölgedeki insanların her türlü yardıma muhtaç olduğunu duyunca ve de babasının yoğun ısrarlarına dayanamayınca arabasının bakıma vermekten vazgeçip hemen yola koyulmak üzere hazırlıklara başladı fakat bilmediği bir şey vardı arabasının çok önemli bir kusuru vardı ve bu kusur onu ölüme bile?ürebilirdi. İnsanlara yardım etmek için arabayı bakıma sokmadan gittiği için bu arızayı öğrenememişti. Ve yola çıktı hiç durmadan gidiyor ve içinde insanlara yardım etme hazzını hissediyordu. Yolda arıza gittikçe arttı fakat arıza arabanın tekerlerinde olduğu ve çok hissedilir olmadığı için farkına varamadı. Hava karamak üzereydi lastiğinin kabaklaştığının farkına vardı hemen indi arabasının arkasına gitti ve yedek lastiği aradı daha fazla yük alabilmek için çıkardığını hatırladı ve kahroldu kim bilir kaç insan bu yardımı dört gözle bekliyordu. Birden yolda tamirci elbisesi giymiş bir adamın geldiğini gördü ve de elinde bir lastiğin olduğunu adam az ileride lastiği patlamış birine?ürdüğünü söyledi. Mustafa ona derdini anlattı adam istersen bu lastiğini sana verebilirim ben daha sonra yine getiririm dedi. Ve tamirci arabaya lastiği taktı arabanın tekerlerindeki hayati derecede önemli arızayı da görüp onardı. Mustafa isterse onu gideceği yere kadar bırakabileceğini söyleyecekti ki arkasını döndüğünde adamın olmadığını gördü hayretler için yola devam etti yaklaşık 5 dakika gitti veya gitmedi bir kazanın olduğunu ve içinden çıkarılan cesedin kendisine yardım eden kişi olduğunu gördü çevredeki adamlara sordu ve kazanın yaklaşık 1saat kadar önce gerçekleştiğini öğrendi adeta nutku tutulmuş kul sıkışmış ve Hızır yetişmişti.
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini çok seven, bir bulutla yıldız vardı. Bulut, gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu;
Yıldızsa, en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı. Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı. Tatlı bir kıskançlıktı onlarısınkisi. Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu. Hem de, yıldızın en yakın arkadaşı olmasına ragmen.
Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı. Yıldızsa, bulut için elinden gelen herşeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi. Zaten onun için bulutu, bir de çok sevdigi dostu, peri vardı. Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı. Nereden bilebilirdi ki, perinin birgün bunların hepsini yıldızla bulutun ayrılmaları için kullanacagını?. Bir gün nazar degdi bulutla yıldıza. Hiç yoktan bir sebep yüzünden tartıştılar. Bulut, çekti gitti, hatalı olmasına ragmen. Yıldızsa, "Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir. " diye düşündü. fakat hiç bir şey bekledigi gibi gitmedi.
Bulut dönmedi. Kimbilir, belki de cesaret edemedi dönmeye. Tek bir gerçek vardı ki; ikisininde çok üzgün oldukçarıydı. Gökyüzündeki iyilik melekleri bile agladılar onların durumlarına, ama ne fayda. Ertesi gün, yıldız olanları en yakın dfostu periye anlattı. Periyse, göstermelik bir hüzne büründü. Eline büyük bir fırsat geçmişti. Artık hayatı boyunca kıskandıgı kişiye karşı kozları vardı elinde. O kişi; en yakın dostu yıldız olmasına ragmen, kullanacaktı kozlarını. Hem de büyük bir zevkle.
Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmedigini söyledi. Bulut ise üzüldü, boynunu büktü ama elinden hiçbirşey gelmeyeecegini düşündü.
Çünkü yıldız inatçıydı. Bir kere "olmaz" dediyse bir daha ‘olur'
Demezdi. Peri de, bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp, ona olan sevgisini itiraf etti. Bulut da kimseyi kıramadıgı için, perinin yıldızın yerine geçmesine izin verdi. Yıldız; günlerce bulutun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi. Ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi. Gece yola çıktı.
Bulut, dostu sandıgı peşöyle birlikte ayda eleleydi. Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza. Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasına gitti. Yavaş yavaş sönmeye başladı. O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu. Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi. Yıldız, ilk zamanlar herşeyden vazgeçti, hayata küstü. Ama kolay pes etmezdi. Kısa bir süre sonra haYaşlı ilgili önemli kararlar verdi: O güne kadar hiç görmedigi güneşin yanına gidecekti ve biraz daha ışık isteyecekti ondan. Çok geçmeden, görmedigi güneşin yanına gitti.
Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi. Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza. O gün bugündür, yıldız; dünyaya güneşin sevgisini yansıtır. Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya. Bir de yüreginde kopan fırtınaları.
Orda Bahar Geldi mi Bilmem AmaBirgün kasabamızın küçük patikasından yukarıya doğru tırmanıyordum. Yanıma solgun yüzlü, on - onbir yaşlarında küçük bir çocuk geldi ve bana: _Abla, size birşey sormak istiyorum, izin verir misiniz?. dedi. Ben de ona gülümseyerek: _Tabi sorabilirsin!.
Dedim. Gözleri bir anda pırıl pırıl oldu ve: _Ben. , şeyy, cennete bir mektup göndermek istiyorum!. Bana bunu nasıl yapabileceğimi söyleyecek kimsem yok. Acaba siz bana yardımcı olabilir misiniz? Çok şaşırmıştım. Şöyle ümit dolu,şöyle yalvaran gözlerle bakıyordu ki.
Ardından devam etti: _Bana yardım ederseniz size anneme yazdığım bu mektubu okuyabilirim. Tabi eğer bunu isterseniz!. Gözlerim dolmuştu. Bir an duraksadım ve: _Belki de sana yardım edebilirim küçük. dedim.
Dudaklarındaşöyle bir gülümseme belirdi ki hala aklımda. _Çok teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim. Emin olun size büyüdüğümde mutlaka bu iyiliğinizin karşılığını ödeyeceğim. _Hayır küçük, benim için hiçbir şey yapmana gerek yok. Sadece annenin mezarının nerede olduğunu şöyle bana, bu yeterli!. _Aaa, evet tabi kiii!. Ama önce size mektubu okumak istiyorum. Bunu istiyor musunuz? _Sen bilirsin, bu özel bir şey olmalı. _Evet çok özel ama size okumak istiyorum. _Peki öyleyse. dedim ve yürümeye başladık. Ardından da mektubu okumaya başladı: Hani, bir zaman bacağını kırdığım için, Çok kızdığın küçük bir masam vardı. Onu tamir etmek için çok uğraşmıştın hani. Şimdi o kırık masa benim tek arkadaşım. Şimdi ağlamakla geçiriyorum günlerimi O kırık masanın başında. Bir de pencerem var tabi. Aa, o da ne penceremin önüne Küçük, küçücük, zavallı bir güvercin kondu. Kim bilir kime ait. Kim bilir annesi nerden. Ben de ona benziyorum bir parça. Onun gibi zavallı, yapayalnız. Ama bu güvercin bence bir şeyleri işaret ediyor Yoksa, yoksa bahar mı geliyor!. Aman Allah ım. Yoksa, kışın o soğuk o kıranlık günleri bitiyor mu?. Lütfen, lütfen izin ver bana. Bir kaç dakika dışarıya çıkayım. Evet, evet bu masadan kalkmalı ve. Ve dışarıya çıkmalıyım. Şimdi geldim anneciğim. Seni beklettiğim, Birkaç dakika da olsa mektubu geciktirdiğim için Çok özür dilerim!. Bu birkaç dakikada ne çok şey gördüm bir bilsen. Bir bilsen anneciğim, O kuş cıvıltıları, O yumuşacık güneş ışınları Ve hiçbir zaman bana arkadaşlık etmemiş olan Hayalimdeki sevgili arkadaşlarımın kahkahaları ile, Sen gittiğinden beri Benden nefret eden babamın bakışları, O kadar farklı ki birbirinden.
Hayat bu mu anneciğim. Hayat baharda kış yaşamak mı her zaman. Hani, bana kardeşlik, mutluluk hikayeleri anlatırdın, Hani hep bahardan, onun güzelliklerinden bahsederdin!. Çiçeklerden. Yemyeşil çimenlerden Ve onların üzerinde zıp zıp zıplayan Bembeyaz tüylü keçilerden. Sen gittiğinden beri Bunları anlatan kimse yok bana. Aslında kimsenin, Anlatacağı hiçbir şey yok!. Halbuki benim o kadar çok var ki!. Ama kime, nasıl anlatırım?. Nasıl paylaşırım şu küçücük kalbime sığmayan Kocaman sevgiyi. Nasıl paylaşırım senin sevgini. Hem, kim dinler kii beni. Kim umursar. Şimdi yanımda olsaydın Ki herhalde yanımdasındır! Herhalde bu güzel bahar gününde Benim bu kıranlık odada Bu kırık masanın başında Yalnız başıma otuİmama Asla izin vermez " Hadi birlikte dolaşmaya çıkalım" derdin Ben sevinçle boynuna sarılır Öpücüklere boğardım seni.
Sonra birlikte küçük tepemize tırmanır, Orada ıslak çimenlerin üstüne otururduk. Başımızı gökyüzüne kaldırır O sonsuz maviliği seyre dalardık.
Senin dizine koyardım başımı sonra. Ama sen yoksun kii. Belki birlikte en mutlu olacağımız zamanlarda Beni bırakıp gittin. Yoksa orada burda olduğundan daha fazla mı mutlusun?. Orda bahar geldi mi bilmem ama.
Burda bahar geldi. Kimi canlılar yaşamına başladı yeniden, Rengarenk çiçekler açtı, Tabiat hayata döndü anneciğim, Kış günlerinin bitişi Yeniden hayata döndürdü onları. Sen kışın bittiğinin farkında değil misin yoksa? Kış bitti anneciğim, Sen niye hala hayata dönmüyorsun?.
Orda mevsim hep bahar mı yoksa. Kış geldiğinde burda solacağından mı korkuyorsun?. Yoksa, yoksa bıktın mı bahardan?. Yoksa orda hiç mi bahar gelmiyor?. Özledin mi?. Öyleyse buraya gel. Yeniden mutlu olalım.
Seninle birlikte hayata yeniden başlayalım. Korkuyor musun yoksa?. Orda bahar geldi mi bilmem ama. Burda çoktan geldi ve SENİ BEKLİYOR!. Mektubu bitirdiğinde annesinin mezarına ulaşmıştık. Gözlerimdeki yaşları göstermemek için arkamı döndüm. Ağladığımı anlamış olacak ki: _Özür dilerim, şöyle olacağını bilseydim okumazdım. Sizi üzdüğüm için affedin beni. _Ben önemli değilim küçük, şimdi bunun hiç önemi yok!. Ve devam ettik yürümeye. Annesini İsminin yazılı olduğu mezar taşını gördüğünde, hıçkırıklara boğuldu. O güne kadar hiç şöyle içten ağlayan birini görmemiştim. Onun bu halini gördüğümde ben de dayanamadım ve ağlamaya başladım. Sonra onu anneşöyle baş başa bıraktım. Ağlamayı bırakmış, gözlerini hiç ayırmadan mezar taşını izlemeye koyulmuştu. Her tarafta bir ölüm sessizliği vardı. Sanki az önce cıvıl cıvıl olan doğa birden bire sus pus olmuştu. Birazdan elindeki yeşil zarfı toprağın üzerine bıraktı ve yanıma geldi. Gülümsemeye çalışarak: _Mutlu olmalısın, sen cennete mektup gönderen ilk insansın!. dedim. O da gülümsemeye çalışarak: _İsterseniz bu oyuna devam etmeyelim. dedi. Çok şaşırdım ve:
- Nasıl yani, ne demek istiyorsun sen küçük? dedim. _Cennete asla mektup gönderilemeyeceğini biliyorum aslında ben. O an şoka uğradım, yere eğildim ve çocuğa sıkıca sarıldım. Sonra elinden tuttum ve geldiğimiz yoldan ikimiz de tek kelime konuşmadan geri döndük. O günden sonra bir kaç kez daha karşılaştım çocukla ama ikimiz de nedense hep yere baktık ve hiç konuşmadık. Bir ay sonra çocuğun yağmurda fazlaca ıslanıp zatürree olduğunu öğrendim. Evlerini buldum ama gittiğimde onu son kez görebilmek için çok geç kalmıştım. Çocuğun o günkü gözyaşları geldi aklıma ve onun için sevindim. Çünkü şimdi bir zaman mektup gönderdiği cennette, anneşöyle birlikte. Mevsim de BAHAR!.
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç. Birbirileşöyle konuşacak cesüreti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar.
İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında. Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra. Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu. Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar amaşöylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar oldukçarında da hep mutluydular.
Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için yada tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip - tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki. Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü. Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler. "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam:
" Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep.
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin İkinci rafına bak. "Kütüphanenin İkinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koştaran kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten. Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık"levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu varaneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı. "
"Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.
"Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı. kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık. "
Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:
"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut.
"Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere. Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği.
Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restaranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen.
Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya. "
"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı. Ertesi gün, öğle vakti o restaranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı. kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü Adamın. akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkaç etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "
Defol" dedi nefretle. İlk celsede boşandılar. Modern bir aşk hikayesinin şöyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteşöyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilişöyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.
Aradan bir yıl geçti. Her şeyin ilacı olduğu şöylenen zaman bile, kadının derdine çare olİmamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin seşöyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuİmamız görekiyor" dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:
" Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü.
Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynİmamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi. "
Gözlerinden akaç yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu. Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim. "
"Fakat benim için ölmeni istemedim"
"Şimdi bana söz vermeni istiyorum. "
"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"
Son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın. Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım. "
Bu sabah uyandığımda ev sessizdi. Salona geçtim saate baktım saat on iki'ye geliyordu. Amma'da uyumuşum. Kimse bu sabah beni uyandıİmamış. Masanın üstünde bügünün gazetesi vardı, tam baş sayfada bir ölüm haberi, yine bir genç basılmıştı. söylerim diken diken oldu ürperdim bir anda. üstümü giydim ve dısarı çıktım. Adım adım yürüyordum, köyün içinde. Bütün evlerin kapıları kapalıydı insanlar yok olmuş gibiydi. Sankide terk edilmiş bir köydü. Yürüdükçe içime bir sıkıntı doğuyordu. Sonra sokağın sonuna geldim ve mezarlığın tarafında bir kalabalık gördüm. Telaşla koşmaya başladım. Koşuyordum ama sanki nefes almıyordum nefesim hiç tükenmiyordu ve ben hiç yorulmuyordum. Mezarlığa varınca annemi gördüm, ağlıyordu. Ama garip olan benim adımı haykırıyordu. Sesi gökyüzünü inletiyordu. Bütün ailem perişan bir haldeydi, kimi ağlıyor kimiyse sadece adımı sayıklıyordu. Anneme seslendim ‘anne ben burdayım, niye ağlıyorsun?' diye sordum. Sesimi duymadı beni gormemiş gibi devam etti ağlamaya. Tek tek herkese dokundum coğuna ilk defa sarıldım ama kimse duymadı, hissetmedi. ‘Ağlamayın, ağlamayın, ağlamayın. ben ölmedim' diye haykırdım defalarca ama kimse duymadı. O anda anlamıştım neler olduğunu hepsini tekrar yaşıyormuş gibi hatırladım. Ben ölmüştüm dün o bir türlü gelemeyen ambulans hiç gelmemişti ve bu cenaze benim cenazemdi, benim için bitmişmişti hayat başlamıştı ölüm. Dün hergün olduğu gibi yine evden çıkmıştım kimseyle vedalaşmadan. Tam eve dönecekken otostop çekmeyi beklerken meğersem ecelimi bekliyormuşum. Çünkü karşıdan hızla gelen bir araç benide aldı bereberinde ve hayatımda biriken acılarla beni sürükledi yerde. Çok canım acımıştı ama şimdiyse hiçbirşey hissetmiyorum. Dün evden çıkarken hiç geri dönemeyeceğim diye bir his yoktu içimde. Vedalaİmamıştım kimseyle. Onları aslında ne kadar sevdiğimi söyleyememiştim. Belkide ilk kez ama son kez sarılİmamıştım.
Üc gün mevlit okundu bizim evde. Annem hep ağlıyordu. Ne çok sevenim varmış meğer. görememişim hayattayken. Benim için ne kadar insan ağlıyor ne kadar insan üzülüyordu. Ama herşey bitmişti. Ölümmüş son nokta.
Yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, hepside geride kalmıştı. Neden? diye sordum Allaha. Bana bir şans daha vermesi için yalvardım söz veriyorum daha dikkatli olacağım her saniyenin değerini bileceğim diye isyan ettim. Günlerce yalvardım Allaha bana bir şans daha ver diye. Ama vermedi bana tekrar bir şans vermedi. Dokunuyordum ama beni kimse hissetmiyordu, ben ordaydım ama beni kimse görmüyordu, ben artık bir hiçtim. bir ölüydüm sadece. Benim için bitmişti hayat başlamıştı ölüm.
Geriye kalan gözü Yaşlı bir anne ve baba vardı bana sarılamadıkları için sevdiklerini söyleyemedikleri için pişmanlık duyan bir anne ve baba.
Kardeşlerim, ailem, arkadaşlarım ve o sabah ölüm haberimi gazetede okuyup bana acıyan insanlar. İnsan her kapıdan çıkışında dönüp'de bakmalı bir arkasına düşünmeli geri dönebilecekmiyim diye yada ardımda bıraktıklarımı bir daha görebilecekmiyim diye. Ben düşünemedim. Aklıma hiç gelmemişti ölüm daha çok gençtim ve yapacak daha çok şeyim vardı hayatta. Hayattayken sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi gelir insana. Ama hayatşöyle garipki bir saniye varsın bir saniye yoksun. Ileride pişman olmamak için insan sevgisini göstermeli, kimseyi kıİmamalı, insan hayattayken yaşamanın değerini bilmeli. kaç gün geçti aradan artık ölümü kabüllendim ve Allah beni affetmeyecek bana yaşİmam için bir şans daha vermeyecek. Vaktim doldu ben gidiyorum. hoşcakaç anne hoşcakaç baba hoşcakaç köyüm, hoscakaç dünya hakkınızı helal edin Ben sizinle hep olacağım ben ölmedim ruhum yaşıyor biz ölmedik ruhumuz yaşıyor. Siz beni görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Siz bizi görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Ben yaşıyorum. BİZ YAŞIYORUZ VE HEP BURDAYIZ.
Donna'nın dördüncü sınıf öğrencileri geçmişte gördüğüm sınıflardan farklı değilmiş gibi görünüyorlardı. Öğrenciler beş sıra olarak sıralanmiş altı sırada oturuyorlardı. Öğretmen masası en önde öğrencilere bakıyordu. Panoda öğrencilerin çalışmaları asılıydı. Bir çok açıdan geleneksel bir ilkokul havası hissediliyordu. Yine de sınıfa ilk girdiğimde bir şey bana farklı görünmüştü. Belirli bir heyecan söz konusuydu. Donna, emekliliğine sadece iki yıl kalmış, Michigan'da küçük bir kasaba öğretmeniydi. Ayrıca benim tarafımdan bölge çapında düzenlenmiş personel geliştirme projesine gönüllü olarak katkıda bulunuyordu. Eğitim sürecinde öğrencilerin kendilerini iyi hissetmeleri ve yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmeleri baz alınıyordu. Donna'nın işi eğitim sürecine katılmak ve sunulan kavramları uygulamaya koymaktı.
Benim işim ise, sınıf ziyaretleri yapıp, uygulamaya hız kazandırmaktı.
Arka sıralardan birine oturdum ve izlemeye koyuldum. Bütün öğrenciler birşeyler yazıp karalıyorlardı. Benim yanımda oturan on yaşındaki kız öğrenci kağıdını "ben yapamam"cümleleşöyle doldurmuştu. "futbol topunu kaleye gönderemem. "
"Üçlü sayılarla bölme işlemi yapamam. " debbie'nin beni sevmesini sağlayİmam. "Sayfanın yarısı dolmuştu ve yazmaktan bıkmışa benzemiyordu. Kararlılıkla ve ısrarla yazmaya devam ediyordu.
Öğrencilerin defterlerine bağırak sıraların arasında yürümeye başladım.
Hepsi de cümleler yazıyorlar ve yapamadıkları şeyleri tanımlıyorlardı.
"On atış üst üste yapamam. "
"Sol alanda vuruş yapamam. "
"Bir kurabiye ile yetinemem. "O anda egzersiz bende merak uyandırdı. Öğretmene ne olup bittiğini sormaya karar verdim. Yanına yaklaşınca öğretmenin de yazmakla meşgul olduğunu gördüm. En iyisinin rahatsız etmemek olduğuna karar verdim. "John'un annesini zorla veliler gününe getiremem. "
"Kızımdan arabaya benzin koymasını isteyemem. "
"Alan'dan bileğini değil, kelimeleri kullanmasını isteyemem. "Öğretmenin ve öğrencilerin "yapabilirim"türü olumlu cümleler kurmak yerine neden şöyle bir olumsuzluğa saplandığı düşüncesine karşı Savaşıverirken oturduğum sıraya geri döndüm. Yeniden etrafımı izlemeye koyuldum. Öğrenciler bir on dakika daha yazmaya devam ettiler. Çoğu kağıtlarını doldurmuş, başka kağıda geçmişti. Donna, " Elinizdeki kağıdı bitirin, ama başka bir kağıda geçmeyin. " diye seslenerek egzersizin sonuna geldiklerini vurguladı. Öğrencilere kağıtlarını ikiye katlamalarını ve teslim etmelerini söyledi. Öğrenciler kağitlarını öğretmen masasının üzerindeki boş ayakkabı kutusunun içine koydular. Bütün kağıtlar toplanınca Donna kendi kağıdını da kutuya koydu. Kutunun kapağını kapadı. Kutuyu kolunun altına aldı ve kapıdan çıkıp koridorda ilerledi. Öğrenciler öğretmenin peşinden giderken ben de öğrencilerin peşine takıldım. Koridorun ortasında yürüyüş tamamlandı. Donna güvenlik odasına girdi ve elinde bir kürekle dışarı çıktı. Bir elinde kürek bir elinde ayakkabı kutusu öğrenciler arkasında bahçenin en uzak köşesine doğru yol aldılar. Ve kazmaya başladılar. "yapamam"cümleciklerini gömeceklerdi! Kazma işlemi yaklaşık on dakika sürdü, çünkü bütün öğrenciler sırayla kazıyorlardı.
Çukur bir - bir buçuk metre olunca kazma işlemi sona erdi.
"Yapamam"cümlecikleri kutusu çukurun dibine kondu ve üzeri toprakla örtüldü. Otuz bir tane on - on bir yaş çocuğu, yeni kazılmış çukurun başında bekleşiyorlardı. Her birinin bir metre aşağidaki kutunun içinde en az bir sayfa süren "yapamam"cümlecikleri vardı. Öğretmenin deşöyle.
Donna, "kızlar, erkekler elele tutuşun ve başınızı eğin. " diye seslendi. Öğrenciler sözüne uydular. Çukurun başında halka oluşturdular, elleşöyle sımsıkı bir bağ oluşturdular. Başlarını öne eğip beklemeye başladılar. Donna konuşmasına başladı:
"Arkadaşlar, bugün burada ‘yapamamlar' anısına toplandık. Yeryüzünde bizimle birlikteyken bir şekilde hepimizin hayatına girdi; kimimizinkine az, kimimizinkine çok.
Adı her okulda, her toplantı salonunda, hatta Beyaz Saray'da bile anıldı. ‘yapamamlar'ı sonsuz uykusuna göndermeye karar verdik. Erkek ve kız kardeşleri ‘yapabilirim', ‘yapacağim' ve ‘yapıyorum' hayatlarına devam ediyorlar. Onlar ‘yapamamlar' kadar ünlü, güçlü ve kuvvetli değildirler. Belki birgün sizin de yardımınızla dünyaya ayak izlerini bırakabilirler. İnsallah, ‘yapamamlar' huzur içinde yatarlar. İnsanlar onlar olmaksızın hayatlarına devam edebilirler. Amin!"Bu methiyeyi dinlerken öğrencilerin hiç birinin bugünü unutamayacaklarını düşündüm.
Bu aktivite oldukça sembolik bir anlam taşıyordu. gerek bilinçten, görekse bilinç dışından asla silinmeyecek bir beyin egzersizi gibiydi.
‘yapamam' cümlecikleri yazmak, onları gömmek ve methiye dinlemek.
Bunların hepsi de öğretmenin gayretleri ile gerçekleşmişti. Methiyenin sonunda öğrencilerini etrafında topladı ve onları sınıfa götürdü.
‘yapamamlar'ın ebediyete intikalini keklerle, patlamış mısırlarla ve meyve sularıyla kutladılar. Kutlamaların bir parçası olarak, Donna kalınca bir kağıttan mezar taşı kesti. En üste ‘yapamam'ı, en alta o günün tarihini yazdı. Kağıttan yapılmış mezar taşı o yılın anısına Donna'nın sınıfına asıldı. Nadiren de olsa öğrencilerden biri unutup, ‘yapamam' dediğinde Donna bunu gösterdi. Ögrenciler de Böylece ‘yapamamlar'ın öldüğünü hatırlayıp, yeni cümle kurmak zorunda kaldılar.
Donna'nın öğrencilerinden biri değildim. O benim öğrencilerimden biriydi. Yine de o gün ben ondan ömür boyu unutamayacağım bir ders aldım. Şimdi yıllar geçmesine rağmen, ne zaman ‘yapamam' gibi bir cümle duysam, dördüncü sınıf öğrencilerinin düzenlediği cenaze merasimi gelir aklıma. Ben de öğrenciler gibi ‘yapamamlar'ın öldüğünü anımsarım.
Doktor Serkaç Acar beyin şaşkınlığını kanser olduğumu ve beynimdeki radyoaktif maddenin iki ay içerisinde ölümüme sebeb olacağını açıklamaya çalışırken gözlerinden okuyabiliyordum. Neden olmasındı çünkü bu üçüncü kez kansüre yakalanışımdı. Bir insan üç kez mi kansüre yakalanırdı?
Ümitsiz bir sesle devam etti " göğüs ve cilt kanserlerini daha önce yenmeyi başarmışsınız. Yine bağırabilirsiniz. Allah'tan ümit kesilmez"
Hastaneden çıktığımzda hava kararmıştı ve umutsuz bir sonbahar yağmuru yağıyordu. Bir taksi çeviren kocam şoföre "konak pier " dedi. Oraya vardığımızda yağmur şiddetini iyice artırmıştı. Koşarak içeri girdik ve deniz manzarası olan bir kafenin cam kenarına oturduk. İkimizde sessizdik. Ben başımı pencereye dönerek denize düşen yağmur tanelerinin oluşturduğu noktacıkları izlemeye koyuldum. Kalbim güm güm vuruyor ve bu sefer ölümden çok korktuğumu düşünüyordum. Aslında kendim için değil küçük kızım için korkuyordum. Çünkü zavallıcık henüz sekiz yaşındaydı.
Bu vahşi dünyada onu nasıl annesiz bırakabilirdim ben. Bu düşünşöyle pencereden şiddetle yağan yağmuru izleyip sitemle "Allah'ım neden yine ben" diye mırıldandım. Sesimi duyan kocam bana doğru usulca uzandı avuçlarını yanaklarıma yapıştırarak gözyaşlarımı sildi. " Hayatım "
Dedi, onunda gözlerinden akaç acı yaşları görebiliyordum. Buna rağmen çok tatlı bakışları vardı. Lafını bitirmeesine izin vermeden "korkuyorum " dedim. "bu sefer çok korkuyorum, mücadele edecek gücüm kalmadı "
Ellerimi yanaklarıma kocamın ellerinin üzerine yapıştırdım ardından yüzümü çevirerek avuç içini tarif edilemez bir hüzünle öptüm. Ellerim benide şaşırtacak derecede titriyordu. Kocam konuşmaya devam etti. "Pes edemezsin. Sende biliyorsun Önünde kalıcı eserler bırakabilmen için koskoca iki ayın var. Hem sen demiyormuydun - bir gün herkes tarafından beğenilen resimler çizip ünlü olacağım - diye. Hadi önümüzdeki iki ayı dolu dolu değerlendirelim. "Kocam son derece içten konuşuyordu. Titrek bir sesle "Öleceksem bile iz bırakarak öleceğim" diyerek kocamı tasdikledim. Günler hızla ilerlemeye başladı. her gece ölümü hatırlayıp kızımı öpüyor, kokluyor kocamla vedalaşıyordum. Allah'ım ne kadar acı vericiydi bu. Öte yandan Doktorun belirttiği iki ayı doldurana kadar gece - gündüz resim yaptım. Bana "anne" diyen öğrencilerimle daha fazla zaman geçirdim. Bu arada Mithatpaşa caddesi Asansör durağında "Obje Sanat Galerisini "açtım. Herşey mükemmel gidiyordu benim için. Ölümü bile unutmuştum. fakat bir öğleden sonra öğrencilerimle birlikte çay içiyorken baygınlık geçirmişim. Beni hemen doktoruma götürmüşler.
Uyandığımda kocamın, dostlarımın ve ailemin yanımda oldukçarını gördüm.
Değişik duygular içerisindeydim. Mutlu mu olsaydım üzülsemiydim?
Hepsinin gözlerinde ölümümü gün be gün an be an izlemiş olmanın verdiği hüznü görebiliyordum. Ölüm bir insana bu kadar mı yaklaşırdı. Bir süre sonra doktorun odasına çağrıldığımda karmakarışık duygularla içeri girdim. Doktor tatlı tatlı gülümsüyordu, önce otuİmam için yer gösterdi ve sonra konuşmaya başladı "kızım, sana önemli iki haberim var, bunların ilki, beyninde biriken ve kansüre neden olan radyoaktif maddeyi terle atmışsın. aslında birkaç tahlil daha yapacağız ama bu formaliteden öteye gitmeyecek"şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Doktor gözlerimdeki merakı anlamış olmalı ki daha açık bir şekilde hem heceleyerek hemde daha neşeli bir sesle " Ha - ya - ta ge - ri dön - dün" dedi. Hayata geri dönmüştüm. Evet kızıma, kocama ve öğrencilerime geri dönmüştüm. İlacım resme ve insanlara duyduğum sevgi ve inandığım şeyler için çalışmamdı.
Ağlıyordum. Hem gülüyor hem ağlıyordum. Ne garip birşeydi. doktor devam etti "baygınlığının sebebini merak etmiyor musun "
" Ediyorum " dedim.
"Iyi Öyleyse sıkı dur, "tüm dikkatimi doktora yönelttim, vurgulayarak devam etti "Tam iki aylık hamilesin "O an yüksek tonlu bir çığlık attım.
Sesten ürken kocam ve ailem son sürat oDadın içeri girdiler.
Şaşkınlardı. Kocamı görür görmez sımsıkı sarılarak " Hamileyim, iki aylık hamileyim" diye çılgınca bağırdım. Kocam ya hastalığın diye homurdandığında ise sevinçle "yendim, onuda yendim. Hayata üçüncü kez geri döndüm "İşte şöyle, beynimdeki radyoaktif madde beklenmedik bir surprizdi benim için. İlk duyduğumda şöylenenlerin yalan olmasını o kadar çok istedim ki, bu gerçekle başa çıkmak kolay olmadı ama çalışarak atlattım. Yaşamdan kolmamak için resme sarıldım. Gece gündüz resim yaptım. Ve hala galerimdeki çocuklarıma dersler veriyor ve resim yapıyorum.

Dünyanın banağzından olduğu günlerdi. Sanırım birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım. Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki ama yoktu. İşte şöyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir Mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım. "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir" diyordu. "Senin geçtiğin sokakta ben de vardım.
Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşıİmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!. "Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu? Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi. Ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?. Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karıştı. Hem kendi problemlerimi hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim. Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu. Bu inanılmazdı. Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı. Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla.
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım. "Yarın yine yazdı, öbür gün yine. Ve sonraki günler yine yazdı. Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla. Her gün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Şöylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!. Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarımda geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; kimdi bu? Nasıl biriydi? Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başladım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya devam edecekti. Bundan emin olduğum için de, yazılarında anlattıklarından çok nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya başladım. Yazılarışöylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili her şey de mükemmel olmalıydı. Ama her şey. O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl birisi tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum kafama.
Öğle vaktine doğru sokağa gören postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim.
Mektubumu kutuya bırakmıştı, eli henüz havadaydı. Göz göze geldik. Aman Allahım. Aman Allahım, bu ne kadar çirkin bir adamdı şöyle! Dondum kaldım. O da başını eğdi döndü ve gitti. Ordaşöylesine bekliyordum şimdi. Kutuyu açıp mektubu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel bir mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı? O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti? Saçmaladığımı biliyordum ama şöylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. Neye olduğunu bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasında köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!
Ertesi gün iş dönüşü baktım ki, kutuda hâlâ o aynı kirli mektup var!
Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp baİmamaya başladım. Altı yedi hafta sonra dünya yine kıranlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden.
Uyku bile uyuyamıyordum. Mektup aklıma geldiğinde gece yarısını geçiyordu. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş, özlemiş olarak göğsüme bastırmış ve uzun zamandır ilk defa şöylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı biliyordum. En çok o gün merak etmiştim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini. Ve o akşam gözlerime inanamadım;
Kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu. Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu; "Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okİmamakla ne kazandığını bilmiyorum. Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal! Çirkin Postacı. " donmuş kalmıştım şimdi. Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım;
Tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kaleşöyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz"yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor.
Evliliğinin üçüncü yılında kocası Barry'yi motosiklet kazasında yitiren Sharon dünyaya küsmüş, hele hele aşktan elini eteğini iyice çekmiş.
Büyük bir kozmetik firmasında çalışıyor. 25 yaşındaki Sharon, çok sevdiği Barry'nin olmadığı bir hayata henüz hazır değil. Sharon:
Barry'nin ölümünden bu yana bir yıl geçti. Ancak bir türlü onu unutamadım. Acaba son saatlerini hangi duygularla geçirmişti? Neler hissetmişti? Kazadan sonra kendime "yeni yaşamıma"çabucak uyum göstermem gerek diye düşündüğümü biliyorum. Ancak bunu başardığımı söyleyemem.
Her şey anlamını yitirmiş gibi. Sanırım tekrar başka biriyle ilişki kuramayacağım. Tabii ki ciddi bir ilişkiden sözediyorum. Başka birini öpme ve onunla aşk yapma düşüncesi dayanılmaz geliyor bana. Hele hele evlenmek düşüncesişöyle uzak ki. Ancak diğer yandan da yaşamımın geri kalanını yalnız geçirme düşüncesi de korkutuyor. Şöyle yalnızım ki. Sue:
Belki de "ciddi"ilişki için daha çok erken, belki de henüz hazır değilsin. Ne dersin? Sharon: Evet Sanırımşöyle. Ancak belki de bir kez daha hiç sevmeyeceğim diye korkuyorum. Ne dersiniz? Sue: Ben bir daha sevmeyeceksin gibi bir sonucun geçerli olmasını gösteren herhangi bir şey görmüyorum. Ancak Sanırım öncelikle çözmen gereken bazı sorunlar var. Son yılda çok ağladın mı? Sharon: Hayır, pek değil. Sue: Peki nedenini biliyor musun? Sharon: Tüm yaşamınızı ağlayarak geçiremezsiniz, değil mi? Sue: Görünürde bu kötü deneyi büyük bir cesüretle karşılamışsın. Ancak endişen tekrar ilişkiye geçemeyeceğin konusunda.
Kendini serbestmiş gibi hissedemiyorsun. Çünkü içinde ifade edemediğin büyük bir üzüntü var. Ağlaman çok normal. şöyle duygularla yüklü olman da normal. Daha önce ailenden birinin ölümünü gördün mü? Sharon: Evet, babam ben 16 yaşındayken ölmüştü. Sue: Sen ve ailen yas tuttunuz mu?
Sharon: Hepimiz babamı çok severdik. Elbette çok üzüldük. Ancak duygularımızı pek açığa vurmadık. Annem çok cesurdu. Eğer üzüntüsünü belli ederse bunun bizi üzmekten başka bir sonuç vermeyeceğini düşünüyordu. Erkek kardeşim ise 12 yaşındaydı. Ve olayı tam olarak anlamıyordu. Annem sırf bizim için kendini cesur olmaya zorluyordu. Sue:
Sen de Barry'yi yitirdiğinde annen gibi cesur olman gerektiğini mi hissettin? Sharon: Evet. Ancak bunu annem kadar iyi başardığımı sanıyorum. Kendimi çaresiz hissediyorum. Anneme büyük bir umutsuzlukla doluyken nasıl bu kadar cesur görünebildiğini sormak istedim. Ancak onunla bu konu hakkında konuşamadım. Annemle gerçi çok görüşüyoruz.
Barry öldüğünden beri çoğu haftasonlarını annemle geçiriyorum. Ancak duygularımızıhakkında pek konuşmuyoruz. Ben bu konulardan annemin önünde söz etmekten özellikle kaçınıyorum. Ona kötü anılarını tekrar anımsatmak istemiyorum. Sue: Sanırım birbirinize açılmaya alışmalısınız.
Barry'nin ölümünden sonra yine aynı evde mi kalmaya devam ettiniz?
Sharon: Evet. Başka bir yere taşınmayı hiç düşünmedim. oturduğumuz daireyi evlenmeden hemen önce almıştık. Bir yıldır çıkıyorduk. Ve daireyi almak için bayağı uğraştık. balayımızı bile bu dairede geçirdik.
Başka bir yere gitmeye gücümüz yetmiyordu. Ancak balayımız çok güzeldi.
Burası bizim, sadece ikimizin yeriydi. Sue: Boş zamanlarında neler yapıyorsunuz? Sharon: Fazla boş zamanım olmuyor. Büyük bir kozmetik şirketinde müdürün özel asistanıyım. Bu nedenle çok çalışmam görekiyor.
İtiraf etmeliyim bu da benim işime geliyor. Beni meşgul ediyor. Ve üzülmeye fırsat bulamıyorum. Eve geç geliyorum. birşeyler yedikten sonra, ya biraz televizyon seyrediyor ya da duş alıyor ve yatağa gidiyorum. Daha iyi birşeyler yapmak için pek zamanım yok. Sue: Olay oldukçan sonra işe gitmemezlik ettin mi? Sharon: Birkaç gün. Daha fazla gitmemek beraber çalıştığım arkadaşlarıma karşı haksızlık olurdu. Zaten evde ne yapacaktım? Evde hep kendimi kederli hissedecektim. Ben de işe döndüm. Herkes bana karşı çok nazikti. Onlarla birlikte olmayı istiyordum. Sue: Arkadaşların sana yardımcı oldu mu? Sharon: Evet, ellerinden geldiğince. Ancak beni anlayabildiklerini sanmıyorum. Bana yeni başlangıç yaİmam gerektiğini söylüyorlar. Ancak söylemek yapmaktan daha kolay. Arkadaşlarımın çoğu evli çiftler. Beni bekaç erkeklerle tanıştırmaya çalışıyorlar. Ancak bu beni daha da kötüleştirmekten başka birşeye yaramıyor. Bilmiyorlar ki hiçbiri Barry gibi olamaz. Sue: Ya hafta sonları? Sadece anneni mi görüyorsun? Sharon: Çoğunlukla annemi görüyorum. Bazen Barry'nin ailesini de görmeye gidiyorum. Barry onların tek çocuğuydu. Barry'nin ölümü onları elbette çok etkiledi. Onları hep sevdim ve onları görmekten çok mutluyum. Onlarla Barry hakkında konuşabiliyorum. Barry'nin babası tıpkı Barry gibi. Ve bundan hoşlanıyorum. Sue: İdeal olarak nasıl yaşamak isterdin? Sharon: Sorun bu. Barry'siz bir yaşam çok zor. Kendimi başka biriyle düşünemiyorum.
Annemin babamın ölümünden sonra neden bir daha evlenmediğini merak etmişimdir. Gerçi babamı yitirdiğinde benim Barry'i yitirdiğim yaştan daha yaşlıydı. Ancak hala çok çekiciydi. Şimdi onun neden tekrar evlenmediğini anlayabiliyorum. Bir bebeğim olmadığı için gerçekten büyük bir pişmanlık duyuyorum. Hep istedik. Ama çok gençtik. Ve önümüzde çocuk sahibi olmak için uzun yıllar olduğunu düşünüyorduk. Eğer bir bebeğim olsaydı, ondan bir parçam olmuş olacaktı. Ancak insan gençken kendini sanki ölümsüz sanıyor. Sue: Barry neden özel biriydi? Sharon: O sevdiğim tek erkekti. Önceden birkaç erkek arkadaşım olmuştu. Ancak Barry benim tüm yaşamımdı. Bazen onun ölümünde benim de suçum varmış gibi hissediyorum. Sue: Barry'nin ölümünden neden kendini suçluyorsun?
Sharon: Barry ne zamandır bir motosiklet almak istiyordu. Ben de iş arkaşdaşlarımdan birinin motosikletini sattığını ona söyledim. Bunu söylemeseydim belki de Barry hala hayatta olacaktı. Ve hala akşamları evde beni bekliyor olacaktı. Bu beni kahrediyor. Sue: şöylesi bir olayı yaşayanlar genellikle "ah olmasaydı" diyerek kendilerini suçlarlar.
Ancak tabii ki gerçekte şöyle bir suçluluk duygusu mantıksızdır. Şimdi biraz zor bir soru soracağım. Öldükten sonra Barry'nin bedenini gördün mü? Sharon: Hayır. Ne ben ne de ailesi buna daynamadı. Amcam onu teşhis etti. Sonraları keşke onu son bir kez görüp " Elveda" diyebilseydim diye hayıflandığım oldu. ÖZETLE SUE GOODERHEM:
"Sharon çok sevdiği Barry'nin kaybıyla unufak olmuştu. Acısını bu denli arttaran nedenlerden biri de, babasının ölümünde de kederini dışa vurİmamaktı. Birlikte birçok seans yaptık. Şimdi kendisine yeniden aşık olabiçecek cesüreti buluyor"
"Toğlum ölüm olayına bir tabu gibi yaklaşır. Her şey hakkında konuşulabilir. Ancak bu konuda konuşmak pek iyi karşılanmaz. Barry'nin ki gibi ani ve kötü bir yokoluştu. Sharon, bu ölümü kabullenmekte gerçekten büyük zorluklar çekti. Uzun süren bir hastalık, kişiyi ölüme hazırlaması için zaman verir. Ama ani ölüm bir şansı vermez. Üç adımda ölüm. Sevdiğini yitiren kişinin duygusal yaşamı üç aşamada farklılıklar gösterir. Öncelikle ölümü kabul etme durumunda kalır. O artık yoktur.
İkincisi büyük bir üzüntü: Gözyaşları, öfke ve suçluluk duygusu. Ve üçüncüsü olarak yeni bir kimlik arayışı: Onsuz yeni bir yaşama başlamak.
Bu aşamalar sevilenin ölümü ya da bir ilişkinin bitiminden sonra yaşanan duygulardır. Ve sağlıklı bir başlangıç için bu aşamalardan geçilir. Sharon'a Barry'nin bedenini öldükten sonra görüp görmediğini sordum. Çünkü görseydi, bu ona gerçeği kabullemede yardımcı olacaktı.
Anlaşılan nedenlerle akrabalar cesedi yaralar içinde görmekten çekinirler. Ancak ceset onların görebileceği gibi hazırlanırsa girmelerinde bir sakınca yoktur. Ölü bedeni görmek psikolojik açıdan faydalıdır. Aksi takdirde her an geri dönebileceği takıntısından kurtulmak zor olur. Sharon da Barry'inn öldüğünü tam anlamıyla kabullenmiş değildi. Kedeşöyle yaşamak Sharon üzüntüsüne ifade etmekten büyük aranda kaçınıyor. Çünkü kendisini annesi gibi cesur daaranmak zorunda hissediyor. Bu nedenle anneşöyle duyguları hakkında konuşmuyor.
Öte yandan arkadaşları da ona bu konuda pek yardımcı olmuyor. Oysa sorunlarını çözmeden cesur bir yüz takınmanın pek faydası yok. Kendisini Barry'nin motosiklet almasına ön ayak olduğu için suçlu hissediyor.
Eğer biraz konu hakkında daha akılcı düşünürse Barry'nin istedikten sonra başka bir yerden motosiklet satın alabileceğini anlayabilir. Öte yandan, ağlayabilmek, duygularını kontrol altında tutmadan açığa vurabilmek için birini onu cesüretlendirmesini bekliyor. Duygularını içine atmadan bunları biriyle paylaşmayı denemek sorunun büyük bir bölümünü çözecektir. Çünkü bastırılmış duygular ciddi bir depresyon nedeni olabilir. Gelecek var mı? Sharon'un acısını daha zorlu ve derin yapan nedenlerden biri de kaybetmeyi ilk kez yaşadığı babasının ölümünde de kederini tam anlamıyla dışa vuramadığındandır. Birkaç seans sonunda Sharon geleceğe daha olumlu bir yaklaşım içine girdi. Hatta kendisini yeni bir ilişkiye görebiçecek ve aşık olabiçecek kadar serbest bile hissedebilirdi. Barry'i asla unutamayacak. Ve unutmayı da istemiyor.
Ancak onun için artık şu olasılık geçerlidir: Yeni bir evde, yeni bir erkekle, yeni bir yaşam.
Her şey güzel olacaktı. Sen, ben ve hayatımız. Hayallerimiz ve hedeflerimiz. Seni tanıyıp sevdikten sonra hayatıma dair verdiğim sözler. Hepsi çok güzel olacaktı, sen de olsaydın. Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve senin ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve bu beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık.
‘Daima mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile, birbirimizi unutmayacağız. ' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce kilometre taşımdın, şimdi ise hayat arkadaşım. Henüz üç aydır seninle aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle kitap okuyor, çay içiyor ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet, henüz üç aydır inanç ve ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç aydır ‘yaşıyordum. '
Mutluydun. Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin kaynağının ‘birbirine bakmak' değil, ‘birlikte aynı yöne bakmak'
Olduğunu ağlıyorduk. Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan bağlılığındı seni bana sevdiren. Allah'ın kalblerimize koyduğu muhabbetullah hissi ve oradan yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz hep o sevşöyle aydınlanıyordu sanki.
Huzurluyduk. Ve yuvamızın huzur kaynağı belki de senin geceleri sessizce yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar. 17 Ağustos günü seninle alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte annenlere uğramıştık.
Onların dualarını almıştık ‘iki dünya mutluluğu' adına. Bulaşıcı bir yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse bizim kadar mutlu oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen uyumaya pek niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet ettik.
Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz adına konuştuk. Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur, bildiklerimizi nasıl daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha iyi anlayabiliriz diye, eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük. O gece bir kez daha inandım senin gönül dünyandaki güzelliklere ve bilmenin sevginin başlangıcı olduğuna. Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu.
"Artık uyumalıyız. " diye düşündüm. Sen her gün biraz okuduğun baş ucu kitabından birkaç sayfa okumak istedin. Ben ise tam sana iyi geceler dilemiştim. İşte o an. Ömrümde ilk defa duyduğum o uğultu koptu. Hiç bilmediğim bu uğultu, korkunç bir sallantıya dönüştü. Bu neydi Allah'ım.
Sehpanın üzerindeki bardağı bile anında yere fırlatan bu sarsıntı neydi? Evet, Allah'ın Celâl İsminin bir tecellisi olan bu sarsıntıyı kabullenmek görekiyordu, bu bir zelzeleydi. Gözlerindeki mânânın adı ise acziyetten gelen şaşkınlıktı. Hemen elinden tuttum, ayağa kalkıp kapının eşiğine gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz. Sallantı toz bulutu haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime. Ve sen acı çekiyordun. Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de hareket edemiyor ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki, beni üzmemek için, kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik.
On sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O durumda iken bir aralık bana ‘Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim. '
Dedin. Ve on sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir mekân olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise kötüydü. Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz İkinci bir zelzele ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ gülümsüyordun. Sen nasıl bir insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem veriyordun. Senin için maddenin ve kaybedecek olduğun bir bacağın hiç önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın bile. Sekizinci gündü. Bir kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında kalan canlar, ümitler.
Çığlıklar, ‘Sesimi duyan var mı?'lar. İsyanlar, sabırlar. Nice hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir fay hattı. Şehirde keskin bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir hüzün hâkim. Boş arsalar kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu. Evini, annesini, kendisini kaybetmiş insanlar. İnsanların dilinde tek kelime: Deprem. fakat sadece bacağın gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme gittin, geride dolu dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi kaldı. Elimde, senin en çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle mezarının başındayım. Artık sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının heyecanları. Sen gittin, geride hüzün, geride ben, gâye - i hayâllerimiz. Şimdi omzumu sıvazlayan yakınlarım, ‘Bırakma kendini. Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu olursun. ' diyorlar. Aslâ!. Sen bana o zor dakikalarda ne demiştin? Biz seninle "ötelere"sevdalandık. Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu bize yeter. Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana ‘unutursun'
Diyenlere sadece acı bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli "öteleri"aradık. Sen buldun aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ. İmtihanın bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni sevdiğimi, her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi beklediğimi bil. Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol. * 1999 Marmara Depremi'nde yaşanmıştır.
Sevdalar ve Aşk Her gün bir bardak çay içmek için oturduğum o güzel parkta bir hafta önce tanistigim ve çok güzel sohbetler ettigimiz Yaşlı adamla yine birlikte günesli piril piril bir havada, yemyesil çimenler, Ağaçlar, Rengarenk çiçekler ve kus sesleri içinde çaylarimizi yudumlayip sohbet ederken bizi bu güzel ortamin büyüsünden uzaklastaran bir sesle sohbetimiz bölündü. -"Merhaba baba, nasılsin?"
- "Tesekkürler kizim, sen nasılsin?, bizde sohbet ediyorduk, bak seni arkadaşımla Tanıştırayım. "
Daha sözü bitmeden kiz elini uzatarak o simsicak gülebilen gözleri, tebessüm dolu dudaklari, nese dolu seşöyle -"Merhaba ben ASLIHAN"Onu ilk gördüğüm anda beynimde simsekler çakmis, gözlerim birer Volkan krateri gibi şiddetli patlamalarla sarsilmis, bedenimin her zerresi isteri krizine tutulmus gibi titremeye baslamisti, etrafimizi saran güzellikler ve güzel sohbetimiz uçup gitmis, sanki bir çölün ortasinda serap gören biri gibi olmustum, elini sikmak ve selamlamak için ayaga kalkmaya çalıştigimda sendeledim, ayakta zor durarak normalde çok akici konusabilen ben kekeleyerek -"Merhaba ben ADNAN" diyebildim. Elini Tuttuğumda ise bu sözleri elini tutmadan önce söyleyebilmis olduğuma sevindim, çünkü vücudunun elektrigi bedenimi sarmis ve ben ben olmaktan çikmistim. Bir rüya görür gibiydim o babasına -"Bir haftadir evde anlattigin kişi degil mi, hani sohbetini çok sevdigini ve her gün onunla bulusmak istedigin kişi bu degil mi?"Bana dönerek -"Sizi kiskanmaya baslamistik, babam hep sizden bahsediyor, ona anlattiklarınızi bize anlatiyor ne güzel sözler buluyorsunuz. Sanki sizi bizden çok seviyor diye düsünmeye hatta kiskanmaya baslamistik. "Tekrar babasına döndü -"Bu gün yapacak bir isim yoktu seni görmeye geldim, birazda arkadaşıni merak ettim bahane ile tanismak istedim. "Sözler fazla sürmedi kısa bir süre oturduktan sonra müsade isteyip gitti, gitti ama ruhumuda beraberinde götürdü. Ben artik iki kisiyim bedenim her yerde olabiçecek ama ruhum hep onunla kalacakti. Neydi beni ona baglayan, düsündüm durdum zaten tüm düsüncelerim onunla dolmustu, onun gülen gözleri, tebessüm eden dudaklari, kivir kivir dalga dalga saçlari, nese dolu sözleri hiç aklimdan çikmiyordu. Onunla birlikte oturmak, ellerini ellerime alip, gözlerinin içine bağırak ona gözlerimle anlatmak istiyordum kalbimdökülüri. Içimi kaplayan heyecan firtinasindan biraz olsun siyrilip gerçek dünyama döndügümde her gün zehir içer?ibi yasadigim monoton hayatim beni kahretmeye baslamisti. O ana kadar geçen günlerim aylarim yillarim heba olmuslardi. Ben insanlari dogar büyür is sahibi olur evlenir çocuklari olur belki torunlari bile olur diye bilirdim.
Sevdaları asklari okumustum ama hiç yasİmamistim. Asklardan sevdalardan uzak sıradan hayatim birden değişti, renklendi, neselendi, galiba ben asik olmustum. Tekrar kendime baktim; Hayır olamaz şöyle bir şeye hakkim yok şöyle güzel duygulara kapılmaya, ben evliyim, çocuklarim var, sonra bu kiz bir arkadaşımin kizi, duygularimi bilseler bana ne derler, çevremdeki insanlar, akrabalarım, dostlarim neler söylerler, esim çocuklarim ne der diye düsünürken ben ben olmaktan çikmistim. Çok farklı daaranislar sergileyen biri olmustum. Bir tarafta hayatimizin gerçekleri, bir tarafta duygularim hislerim kalmışti. Kararsiz geçen günlerin birinde yine arkadaşımla aynı yerde oturmus sohbet ederken bana -"Sende bir haller var, eskisi gibi degilsin, durgunsun, kelimeler agzinda dügümleniyor, sanki büyük bir siri yasiyorsun sirlar karli daglarin tepelerinden atilan bir kartopu gibi her geçen gün büyürler ve içimize sigmaz oldukçarinda patlarlar, anlatacak bir arkadasa ihtiyacın varsa ben seni dinlemeye hazirim, senin için yapabilecegim bir şey varsa şöyle yapayim" dedi. Birden -"Kizin" diyecektim kelime agzimda dügümlendi. -"Kizma ama bunu kimseye anlatamam içimde bir sir var ve bu sir bir gün benimle birlikte gömülecek. " dedim. -"Seni hülyalara dalduran seni kendinden geçiren başka dünyalara götüren sir gibi bir sirra sahip olmak isterdim" dedi. -"Kimi insan vardir kendinden geçmek ve anlatamadiklarını unutmak için içer?arhos olur sizar, kimi insan vardir anlatamadiklarını resim yapar çizer, kimi insan vardir anlatmak istediklerini siir yapar yazar, kimi insan ise zaten kendinden geçmistir düsledigi an sizar, uyandigi an kalemi olmadan siirini kalbine yazar, firçasi olmadan resmini yapar görebildigi her yere. "
- "Sevdalar asklar hayatimiza renk katan, heyecan veren, Yaşama sevincimizi yücelten ve bize biz olduğumuzu ifade eden en güzel söylerdir. Sende sevdalan, askla saril görebildigin, koklayabildigin, duyabildigin, tadabildigin, temas edebildigin her güzel seye. "Lafimin arasina girdi ve -"Nerde o günler benden geçti asklar sevdalar" dedi. Konuyu biraz dagitmaliydim sözlerime devam ettim. -"Önünde duran çay bardagini ince belinden sikica kavra, gözlerini iyice aç ve gör rengini, demini, bununa götür kokla iyice çek nefesini içine tüm hücrelerin duysun o güzel kokuyu, şimdi gözlerini kapa ve dudaklarına götür bardagi, dudaklarindaki sicakligi hisset, bir yudum iç ve dilindeki lezzeti düsün, artik şöyle çaya güzelligini, şöyle onu sevdigini ve dinle yüreginle dinle çayin sana verdiği cevabı, mutlaka duyacaksın çünkü hiç bir sevgi sözü cevapsiz kalmaz kulaklarını aç ve dinle duydugun an bil ki yasiyorsun sevdaları aski. " günler aylar hatta yillar şöyle geçti, içimdeki sevda ve ask beni eritiyordu, itiraf edememenin büyüttügü sirrim artik zaptedilmez hale geldi. şimdi ben bir başka sehirde yasiyorum. fakat hala ruhum onunla birlikte ve bana dönmüyor. Bir zamanlar yaptigim bir hatanin cezasıni yillardir çekiyorum ve hala çekmeye devam ediyorum. Son günlerde bende bir şeyler değişmeye basladi. Kendimi affetmeyi ögrenmeliyim diyorum. Yillar önce yaptigim o hatadan dolayi kendimi affedip bir sans daha tanimaliyim. Belkide hatada ısrar etmek yanlisti ve ben bu yanlisla yillarimi geçirdim. Artik kararliyim hatami affedip kendime bir sans daha taniyacagim. Iste o gün içimi dolduran sirrimi disa vurup anlatacagim ve sana haykiracagim "SENI SEVIYORUM " diye.
Hava açıktı. O gün gökyüzü gerçek bir gök mavisiydi. Büyük şehirlerin kaderi gibi görülen hava kirliliği de; sırra kadem basmıştı sanki. Etrafa tatlı ve rehavet verici bir hava akımının rüzgar serinliği başladı. Bütün caddeler insanlarla, mağazalar da çeşit çeşit mallarla doluydu. Caddeler insan selini kaldıramazken koca Ulu cami, ikindi namazında ancak üç saf olabilmişti. Caminin üzerinde muhteşem bir tarihin izleri vardı. Gün; koşuşturma ile geçmiş, yürümekten yorulmuşlardı. genç müteahhit:
- "Bir yerlerde biraz oturalım."
Dedi. Arkadaşı:
- "Bir yer biliyorum oraya gidelim." diye cevap verdi.
Caddeler, artık insan ve araç yükünü taşıyamaz olmuştu. Yeşil alan olarak ayrılan bir yer; delik deşik edilmiş hızla bir otopark inşaatı devam ediyordu. İnşaattaki devasa vinç kule, Osman Gazi türbesine doğru baş kaldırmıştı. Altıparmak'a batı yönünden gelen caddenin karnı yarılmış, toz toprak içinde çalışan kazıcının hırıltısı caddenin gürültüsüne karışıyordu. Osman Gazi türbesinin bulunduğu tepeden baktığınızda; Bursa genelde ayak altında kalır. Şehir merkezinde; hava koridorları olmayan önü veya sonu kapalı caddeleri olan, yeşil alandan mahrum çarpık yapılaşmayı görürsünüz. Bursa'nın yeşili gitmiş, betonlaşmanın kızılı gelmiş olduğu görülürdü. Tepe etrafında yapılan yürüme merdiveni Osman Gazi'nin bilinçsiz ve şuursuz torunlarına; aşk merdiveni olarak hizmet vermeye devam ediyordu. Hemen hemen her oturakta sarmaşıkvari oğlan ve kızları görmek mümkündü. Televizyonla kazanılmış;
Bu batı tarzı yaşamı hazmedebilenlerin yerleri haline gelmiş. Düşünen insanın değerinin olmadığı hatta hapsedilen bir ülkede; bu gençlerin yaptıkları normal, düşünenlerin durumu anormaldi sanki. Hey gidi hey, Osman Gazi atam; yattığın şu yerde rahat mısın? Şu bir kulağı küpeli, saçları ensesinde, ağzında sigara ve yanında on dört yaşında erdemliliğinden habersiz; kol kola sigarasına eşlik eden şu genç; kız senin torunların mı? Hem de yatmakta olduğun türbenin yanı başında.
Ucube, zalim bir imparatorluk olan Bizans'tan aldığınız yer yüzünün en muhteşem ve nadide topraklarını; geçmişini ve asli vazifesini unutan bu nesile mi bıraktınız? Sana yapılacak sitem bile haksızlık sayılır. Ya sen Galip Hoca, her şeyin hercü merc olduğu, Osmanlının son demlerini yaşadığı ve ulusal bir kurtuluş Savaşının yaşandığı günlerde çıktığın cami minberlerinde ve meydanlarda " Hala dağınık mı kalacaksınız? Hala ne zaman silkinip toparlanacaksınız. Yunanın entarili askerlerinin toprağınızı ve namusunuzu kirletmesini mi bekliyorsunuz?" diye sesleniyordun. Sizler, perma perişan yokluk ve sefaletle can yoldaşı olduğunuz, yedi düvelin leş yiyen kargalar gibi Osmanlının mirasına üşüştüğü günlerde bu milleti ayakta tutmasını, Savaşıasına ve onurunu kurtarmasına öncü oldunuz. "Siyaseti ve demokrasiyi kıyma makinesi yapan, acımasızca ve şuursuzca muhteşem bir geçmişi olan bu milleti nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen mefkuresiz bir millet haline getirdiler. Ağlanacak halimize güler olduk."  duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı. Vatan yalınız verimli toprakları, güneşli sahilleri, yemyeşil ormanları, asfalt yolları ve mamur şehirleri dar bir toprak parçası değildir. Vatan: muazzez şehitlerin kanlarıyla yoğrula yoğrula kutsileşen mümbit ovalardan taa kıraç tepelere varıncaya kadar şüheda fışkıran ve şairin:
"Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. "
"Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır. "Mısralarında ifadesini bulan bir bütündür. "Bunlar mı kağanların, hakanların, padişahların torunları? Bir zamanlar Yunus'ları, Mevlana'ları, çıkaran toğlumda, şimdi bir zerresini bulamamak ne acı. "
" doğruya karşı kadife, hasmına karşı çelik olanlar nerede? Kötüye karşı Allah'ın gazabı, mazlumu koruyan Allah'ın kılıcı Türkler bu gün nerede? Savaşıa düşman eli değmemiş fakat barışta düşmana karış karış satılmak, istenen şu mübarek vatanı ve Türkiye'nin acı kıranlığı içinde yaşayanlar nerede?
Bir Bilge çıkmalı yine ve Ey Türk titre ve kendine dön demeli. "
Duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı. Osman Gazi tepesinin etrafında; eski iğreti şekliyle kalan tek yer "Yahudiler mahallesiydi. "Anlaşılan onlara da şu veya bu sebeple inşaat izni verilmemiş olmalıydı. Paralarını ticarette değerlendirerek; gayri menkule yatırım yapmayan bir toplumun veraseti devam ediyor olmalıydı.
İki arkadaş; yan yana "Yahudiler sokağına"yöneldiler. Yolun; ortasına kadar üzerlerinde içki bardakları bulunan masaların arasından bakınarak yürüdüler. Yoldan geçenleri rahatsız edecek kadar bir içki kokusu sokağı baştan sona kaplamıştı. Anlaşılan geceleri alem yerleriydi buralar.
Karşılıklı barlar; aralıklarla peş peşe sıralanmıştı. Kapalı olduğundan sakin ve sessizdi. Kapıların üzerinde; metalik bir yazı vardı. " damsız girilmez. " dam ne idi? Dam kelimesi; Türk kültürüne tamamen yabancı ve sonradan girme bir kelimeydi. " dam"Türkçe'de evin üst tepe kısmına verilen addı. Aslı; Fransızca bir kelime olan; " dansta erkeğe eşlik eden kız", Farsça'da "tuzak kurmak, birini aldatmak için hazırlanmış hile ve tuzak"anlamındadır. Tecrübesiz genç kızlar; bu yerlere getirilerek yalan ve hile ile içki ve uyuşturucuya alıştırılan yerler değil miydi? Hatta daha ileri gidilerek nice genç kızların kızlık değerlerinin yitirildiği yerler değil miydi? Bunu bilmeyen, bunu anlamayan kaç masum var bilinmez ama bu yıllardan beri böyle devam edip gidiyordu. Sanki kimin umurundaydı. Batılılaşıyoruz ya! Ne menem bir batılılaşmaysa. Kendi milli değerlerinin ve ruhunun zıddına inat.
Galiba, "battı balık yan gider"tabiri ne kadar uygun düşüyor halimize.
Müteahhit:
"Nereye götürüyorsun. "
Arkadaşı :
"Benimle gelmez misin? Az kaldı. "Sokağı boydan boya geçtiler. Sokağın sonunda; dış cephesi mavi renkli, tamir Görmüş; Osmanlı'dan kalma tarihi bir yapı çıkmıştı karşılarına. Kapı üstüne monte Edilmiş küçük bir levhada "KONAK CAFE"yazılıydı. Dış kapısı sokağa çıkıyordu. Avlusu da yoktu. Önünden geçen sokak; ilerleyip mahalle arasında kayıp oluyordu. "Konak Cafe"
Yönünü Osman Gazi'nin türbesinin bulunduğu kuzeyden zikzaklı yapılmış; iğreti dik merdivene bakıyordu. Alt katı boş olan Cafe 'ye girdiler. İçeride bir iki esmer çekik gözlü Orta Asyalı genç; holdeki masa etrafında oturmuş ellerindeki sigaralarından çıkar dumanların altında ağır ağır konuşuyorlardı. Bir an duraksadılar. Girişin sağ yan tarafında dörder sandalyeli üç masa vardı. Solda dik bir merdiven üst kata çıkıyordu. Holün solunda bir önü yükseltilmiş bir insan başının gözüktüğü bir yükselti, ocak ve malzeme dolapları vardı. Az ileride bir ufak renkli televizyon kendine yüksekte bir yer bulmuştu. Bir kaset çalardan sesi olup; sözü olmayan bir fon tipi Türk müziği salonu dolduruyordu. Birilerinin birileri ile buluşma yeri olarak ayarlanmış görüntüsü veriyordu sanki. Eskiden; İktisadi Bilimler akademisi, bu gün ise emniyet müdürlüğü olarak kullanılan binanın arka yan köşesinde. Bir görevli genç :
"Buyurun efendim" dedi. "Şu yana oturalım" dedi müteahhittin arkadaşı. Üst kata çıkmak istemediler. Küçük kare masa üzerinde vişne renkli ipek saten örtü vardı. Üstünde örtüyü kaplayan masa camı ve üzerinde kül tablası vardı. Giriş holü; yandan ayaran aralığa gerilmiş üzerinde beyaz güller bulunan tül takılıydı. Tüllerin asıldığı noktalara yeşil ve kırmızı renkli yapma "yaprağı güzel"
Çiçekleri salınmıştı. görevli genç:
" Efendim, soğuk - sıcak ne içersiniz?" dedi. "Nascafe. "
"Süt katalım mı?"
" Hayır, Sade olsun. "
"Siz efendim. "
Genç müteahhit:
"Aynı olsun" dedi. Hizmetli genç gitti ve geri döndü. "Su ısınmak üzereymiş biraz bekleyebilir misiniz?"
"Mümkün" dedi müteahhittin arkadaşı. Gün pazartesiydi. Köy hizmetlerinden aldıkları, doksan yedi yılı ödeneği bulunmayan ihaleyi değerlendiriyorlardı. İhalesi yapılan yerlerin önceden yerleri de görülmüş değildi. İhale şöyle veya böyle kendilerinde kalmıştı. Ne getirir, ne götürür bilinmezdi. Bu iş mutlaka yapılacak ve başarılması gerekiyordu. Kaçmanın veya teminatı yakmanın hiçbir anlamı olamazdı. Bu memlekete yerleşmenin iş yapmanın bir başlangıcını teşkil edecekti.
Bütün gayret ve çaba yüz akı ile çıkmak için olmalıydı.
Hasret hanım'la, hemşire olarak çalıştığım hastaneye yattığı gün tanıştım.
Hasret hanım sedyeden alınıp yatağına yatırılırken, eşi de yanındaydı.
Yakalandığı ince hastalık olarak adlandırılan vereme karşı amansız bir Savaşıveriyordu. Hastalığı son safhasında olmasına rağmen; teni bembeyaz, solgun yüzü, biçimli kırmızı dudakları olan, neşeli ve canlı bir hanımdı. Yatağına yerleştirdik. Kullanacağı tüm eşyalarını yerleştirdikten sonra:
"Başka bir ihtiyacınız var mı?" diye sordum. "
Evet" dedi. Çantamdaki kitaplarımı alabileceğim kadar yakınıma koyar mısın? Duygulu, hassas ve romantik bir hanımdı. İlerleyen günlerde ki konuşmalarımızıan pembe dizilere, aşk konulu filmlere ve romantik kitaplara düşkünlüğünü gördüm. Aramızdaki dostluk; her geçen gün ilerliyordu. Bir ara baş başayken:
" Evleneli nerdeyse tam yirmi beş yıl oldu. Yani tam bir çeyrek asır. Kadınları sürekli ‘aptal kadın' gözüyle gören bir erkekle evlilikte ne kadar mutlu ve mesut olabilirsiniz?
Bunun ne kadar can sıkıcı bir hayat olduğunu bilir misin? Onun beni sevdiğini biliyorum ama bu güne kadar bir defa dahi olsa ‘seni seviyorum' demedi. Hakkını inkaç edemem. Ne aç koydu, ne açıkta bıraktı.
Her insanın karnını doyurabilir, sırtını giydirebilirsiniz. Ama onalrdan daha önemlisi oların kalbini, yüreğini, düşünce ve duygularını da düşünmek, doyurmak görekmez mi?" Hastanenin bahçesindeki yaprakları dökülmekte olan ağaçlara bakarken; son günlerini yaşamaktaydı. İçini çekerek söyleniyor, gözlerinden sıcak bir damla yanaklarına doğru kayarak düşüyordu. "Bana ‘seni seviyorum' demesi için neler vermezdim.
Ama bu onun sanki tabiatına aykırı gibi bir insan o. "kocası ise her gün Hasret hanım'ı ziyarete geliyordu. Önceleri, Hasret hanım yatağında kitabını okurken veya televizyon seyrederken, o da yatağının ayak ucunda oturuyordu. Hasret hanım, daha sonraki günlerde, uzun saatler uyurken;
Odanın dışındaki koridorda aşağı yukarı veya hastanenin bahçesinde yürüyerek geçiriyordu. Çok geçmeden, Hasret hanım hiç kitap okuyamaz oldu. Uyanık olarak geçirdiği süreler, dakikalarla ölçülür olmuştu. Ben ise vaktimin çoğunu onun yanında kocasıyla ile geçiriyordum. Bana müteahhitlik yaptığını ve sık sık avlanmaktan zevk aldığını anlatmış.
İki kız çocukları olmuş, birini yıllar önce yuvadan uçurmuşlar diğeri ise başka bir şehirde üniversitede okuyormuş. Hasret hanım, bu amansız hastalığa yakalanana kadar, birlikte baş başa geçen, hayatın tadını çıkarmak adına bir çok seyahat ve gezi yapmışlar. Mesut Bey, eşinin yavaş yavaş ölüme yaklaştığı gerçeği karşısında, duygularını bir türlü dile getiremiyordu. Bir gün kafeteryada birlikte kahve içtikten, konuyu kadınlara ve biz kadınların yaşamlarında romantizme ne denli göreksinim duyduğumuza, eşimizden romantik sözler, mesajlar, kartlar ve aşk mektupları almaktan ne kadar hoşlandığımıza getirdim. " Hasret hanım'a kendisini hiç sevdiğini söylediniz mi?" diye sorduğumda, bana tuaf bir şey söylemişim gibi garip garip bakmıştı. "söylememe gerek var mı?"
Dedi. "Kendisini sevdiğimi zaten o biliyor!"
" Elbette biliyor. " dedim ve uzanıp elini tuttum. Elleri sıradan bir erkeğin ellerinden daha sertti. Bir kazma kürekle çalışan birinin ellerinin olması gerektiği gibiydi. O anda tutunabileceği tek şeyin elindeki fincanmış gibi sıkı sıkıya ona yapışmıştı. "Mesut Bey, Her kadın sevildiğini, seven için ‘ne anlama geldiğini bilmek' ister. Bunları hiç düşündüğünüz oldu mu?"Birlikte Hasret hanım'ın odasına doğru yürüdük. Mesut Bey, odaya girdi. Ben ise diğer hastaları ziyarete gittim. Daha sonra, Mesut Bey'i Hasret hanım'ın yatağının kenarında oturduğunu, onun elini tuttuğunu gördüm. İki gün sonraydı. Sabah hastaneye gitmiştim. Mesut Bey, koridorun duvarına yaslanmış, gözlerini yere dikmişti. Hasret hanım'ın güneşin yeni bir gün için doğmakta olduğu; sabah 05:45'de öldüğünü; baş hemşireden öğrendim. Mesut Bey beni görünce yanıma geldi. Gayri ihtiyari bana sarıldığında; bütün bedeni titriyordu. Gözleri kızarmıştı ve yanakları gözyaşlarının izleri vardı. Sonra, sırtını duvara yasladı ve derin bir nefes aldı. "Sana bir şey söylemeliyim" dedi. "Ona sevdiğimi söyledikten sonra kendimi çok iyi hissettim. "Sustu ve başını kaldırdı.
"Söylediklerinizi uzun uzun düşündüm. Bu sabaha karşı ona: ‘kendisini ne kadar çok sevdiğimi, onunla evli olmaktan ne kadar mutlu olduğumu'
Söyledim. Onun ne kadar güzel gülümsediğini görmeliydiniz!" Hastaneden götürülmek üzere; hazırlıkları yapılan Hasret hanım'a veda etmek için odasına girdim. Hasret hanım'ın yüzü asudelik içindeydi. Bir ömür boyu beklediği sözü, yeni bir hayata başlamak üzere giderken; alabilmiş olmanın rahatlığı ve huzuru içinde gibiydi. Başucundaki komodinin üzerinde Mesut Bey'in yazmış olduğu bir Sevgililer Günü kartı duruyordu.
Üzerinde:
"Sevgili Karıma. Seni Seviyorum" diye yazıyordu. Daha sonraki günlerdeydi. Mesut Bey'le yolda karşılaşmıştım. "Onun değerini, onu kaybettikten sonra çok daha iyi anladım. Geçen gün bir yazı okudum.
Keşke onu yıllar önce okusaymışım. İnsanlığın yüce rehberinin bir hadisi şerifinde:
" Erkek hanımının yüzüne güler yüzle bakarsa ‘bir köle azat etmiş sevabı', tebessüm ederse ‘haç ve umre etmiş sevabı' kucaklar ve severse ‘sıddıklar' sevabı yazılır" diyordu. "Bu hadisi şerifi okuduktan sonra daha da iyi anladım ki' söyleyenin kendisinden hiç bir şey eksilmediği halde; ‘Seni seviyorum' dememekle; biz erkekler ne kadar da cimriymişiz meğer!. " diyordu.