(İlhan Selçuk’un bir köşe yazısından alınmıştır.)
Bektaşi – ya da Alevi – iki öküzüyle tarlasını sürermiş; kırmızı öküz az yem yiyip, çok çalışırmış; sarı öküz lanet mi lanetmiş. Hem çok yermiş, hem tembelmiş. Bir gün öfkelenmiş Bektaşi:
- Ey Allahım! demiş, şu sarı öküzün canını al da kurtulayım…
Baba Erenler ertesi sabah ahıra girince ne görsün! Kırmızı öküz sizlere ömür, sarı lanet capacanlı… Dışardan bir çocuk çağırmış Bektaşi, öküzleri göstermiş:
- Ulan, demiş; bunların hangisi sarı, hangisi kırmızı? Çocuk göstermiş:
- Bu sarı, bu kırmızı! Bektaşi gözlerini göğe çevirmiş:
- İmanım, demiş; bacak kadar çocuk renkleri biliyor da, sen ayıramıyor musun?
Mehmet ile handan öğrenci olup, aynı evi paylaşmaktadırlar. bir gün handan ve mehmet, mehmet’in annesini yemeğe davet ederler. mehmet’in annesi akşam yemeği süresince handan’ı uzun uzun süzer ve aslında handan’ın çok alımlı ve güzel bir kız olduğunu, acaba aralarında ev arkadaşlığından daha ileri bir boyutta bir ilişkinin mevcut olup, olmadığını merak eder.
Aklını okumuşcasına mehmet annesine der ki: ne düşündüğünü biliyorum ama emin ol ki sadece ev arkadaşıyız, ötesi yok. akşam yemeğinden sonra mehmetin annesi evine döner.
Aradan bir iki gün sonra handan der ki: mehmet, annen bize yemeğe geldiğinden beri gümüş çorba kasesini bulamıyorum. mehmet yanıtlar: annemin almış olabileceğini tahmin etmiyorum ama ben yine de kendisine bir mektup yazayım.
Oturur ve yazar:
Anneciğim, gümüş çorba kasesini sen aldın demiyorum, ama almadın da demiyorum. Fakat konu şu ki: sen bize yemeğe geldiğinden beri gümüş çorba kasesi kayıp.
Sevgiler oğlun mehmet.
Bir hafta sonra mehmet’in annesinden mektup gelir:
Sevgili oğlum: handanla yatıyorsun demiyorum, ama yatmıyorsun da demiyorum. Fakat konu şu ki:handan kendi yatağında yatıyor olsaydı, gümüş çorba kasesini çoktan bulmuş olurdu.