Uçağın havalanmasını beklerken, kitap okumak isteyen adamın yanında oturan yolcu, adama dönmüş ve:
- "Biliyor musunuz, bir yerde okumuştum. Eğer yolculuk esnasında yanınızdaki ile sohbet ederseniz, seyahat süresi daha kısa geliyormuş insana." demiş.
Kucağındaki kitabı okumak üzere yeni açmış adam, kitabı yavaşça kapatmış ve diğer yolcuya:
- "Hangi konuda sohbet etmek istersiniz?" diye sormuş.
Diğer yolcu:
- "Bilmem ki, nükleer enerji konusunda konuşmak ister misiniz?" demiş.
Kitabını okumak isteyen adam:
- "Olabilir, bu ilginç bir konu ancak nükleer enerji konusuna girmeden önce size başka bir soru sorayım. Bir at, bir inek ve bir keçi, üçü de ot yiyerek beslenmelerine rağmen, keçi misket şeklinde, inek sıvı şeklinde, at ise kurutulmuş ot şeklinde dışkılar. Sizce neden?"
Sohbet etmek isteyen adam, hayretle bakmış:
- "Bilmiyorum. Hiçbir şey aklıma gelmiyor" demiş.
Kitabını okumak isteyen adam:
- "Hiç bir bok hakkında bilgin yok. Ne demeye nükleer enerji konusunda sohbet etmek istiyorsun?" demiş.
Adamın biri, bir gün şehir dışında yolda kalmış. burası arabaların nadir geçtiği ıssız bir yolmuş. Saat gecenin 2'siymiş ve kış mevsimi olduğundan aşırı derece soğuk, fırtınalı, kar yağışlı ve bir metre ötenin bile görünemeyeceği kadar sis hakimmiş. Adam saatlerce yürüdükten sonra yanından yavaşça bir arabanın geçtiğini fark etmiş ve bu işkenceye bir son vermek için koşarak arabanın ön kapısından içeri girmiş.
Kafasını sola çevirmiş, gözlerine inanamamış. Şoför koltuğunda kimse yokmuş. Tam bunun şokunu yaşarken ileride bir uçurumun belirdiğini fark etmiş. Korkudan ne yapacağını şaşırmış. Son duasını etmeye başlamış. Bir de bakmış ki direksiyonda sadece bir el var ve direksiyonu çeviriyor. Adam bu kadarına da dayanamamış ve arabadan dışarıya atlayarak hızla hiç bilmediği bir yöne doğru koşmaya başlamış. Ağaçların arasında olduğunu fark ettiği küçük bir kahveye sığınmış.
Bir çay içip kendine geldikten sonra kahvedekilere başından geçenleri anlatmış. Kahvedekileri de bir korku sarmış ve kimseden çıt çıkmıyormuş.
Derken birden kahvenin kapısı açılmış ve içeriye iri yapılı, yorgunluktan perişan olmuş, üstü başı yırtılmış, kan, ter içinde kalmış iki adam girmiş. Herkes hiç ses çıkarmadan onlara bakarken; adamlardan biri yanındakine hitaben (göz işaretiyle bizimkini göstererek):
- "Oğlum Osman, şurada oturan adam, biz arabayı itmeye çalışırken içine oturan şerefsiz değil mi lan." demiş.
Erzurumlu bir aile, çocuklarını meslek öğrensin, eve katkıda bulunsun diye tepsi ustasının yanına çırak olarak verir. Çocuk iki gün işe gittikten sonra üçüncü gün gitmez. Bunu gören ninesi merakla:
- "Oğul niye işe gitmedin? Hasta mısın, yoksa ustan bir şey mi dedi?" diye sorar.
Çocuk rahat bir şekilde cevap verir:
- "Yok nine, ben o işi öğrendim" der.
Ninesi nasıl olduğunu sorunca da çocuk anlatır. Yaşlı kadın ikna olur. Aradan birkaç gün geçince ustası yeni çırağını merak eder:
- "Acaba ne oldu, gidip sorayım" diye yola çıkar.
Evin kapısını çalınca karşısına çocuğun ninesi çıkar. Usta çırağı sorunca ninesi söze başlar:
- "Oğlum, bizim uşak tepsi yapmayı öğrenmiş. Bana da anlattı, ben de öğrendim. Gerçekten çok kolaymış" deyince usta şaşırır:
- "Nine, hele bana da bir anlat bakalım çocuk nasıl öğrenmiş?" diye sorar.
Nine torunundan öğrendiklerini ustaya nakleder:
- "Vallahi, oğul diyor ki, sacı dövüyorsun dövüyorsun ediyorsun yassı, etrafını çevirip ediyorsun tepsi. İşte bu kadar kolay."
Usta bunu duyunca hem şaşırır, hem kızarak cevap verir:
- "Vay it oğlu it, kendi öğrendiği yetmemiş, bir de ninesine öğretmiş."