Allah, Hocanın her dileğini vermiş ama, bir evladı çok görmüş. Karısı, iki göz, iki pınar, bir yumup, iki döküyormuş.
Bir gün, gene hatuncağız efkarlanır:
“Hamur yapsam, kesenim hani?
Ev süpürsem, gezenim hani? Böylesi dünyayı neyleyim ben!” diye, ah vaha başlayınca, Hoca doğduğuna, doğacağına, dünya evine girdiğine, gireceğine pişman olmuş, başını alıp göle gitmiş; “Balık tutanları seyrederde, belki biraz gözüm, gönlüm açılır!” diye Ama,karısının hali, gözünün önünden gitmiyormuş ki, nereye bastığını bilir mi! Ayağı kaymasıyla, göle yuvarlanması bir olur.
Balıkçılar, tutup çıkarmışlar:
“Ne yaptın be, Hoca?” demişler.
Rahmetli içini çekmiş:
“Ne yapayım, demiş; şu dünyada bir Yunus olamadım, bari yunus balığı olayım, dedim!”
Hoca merhum, bir gün, bir ağaç keserken, yolcunun biri görür:
“Hey, babalık, bindiğin dalı kesme, sonra karışmam ha!” diye seslenir ama, Hoca’nın bir kulağından girer, bir kulağından çıkar; bir, bir daha indirir baltasını. Derken, dal kırılır, gelir, Hoca da boylu boyunca serlir yere. Gayri yarayı, bereyi, düşünen kim! Hemen koşar adamın arkasından:
“Yahu, sen benim düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin; gel, deyiver, Allah aşkına!” diye, adamın yakasına sarılır. Adamcağız ne desin, yakasını hocanın elinden kurtarmak için:
“Bunu bilmeyecek ne var! Şu bindiğin eşek bir yellenirse, canın ağzına gelir; bir daha yellendi mi, canın çıkar vesselam!” deyip, yürüyüverir.
Hoca, odununu yükler, evin yolunu tutar ama, eşek bu, yokuş yukarı bir eşeklik etmez mi, canı burasına gelir Hoca’nın, körolasıca, bir daha o eşekliği yapmaz mı! Hoca’nın iflahı tükenir, yıkılıverir yere.
Duyup gelenler, bir iki ah, vah’tan sonra, cenazesini evine kaldıracak olurlar. Çamur, çaylak bir yerden geçerken, “Buradan mı yürüsek şuradan mı yürüsek?” diye hesap, kitap ettiklerini duyunca, Hoca, tabuttan başını uzatır:
“Vallahi, der; ben sağ iken su yoldan gelir giderdim ama, gene de siz bilirsiniz.!”
Bir gün Hoca, kırda, bayırda dolaşırken iki adamın, dağı, bağ yaptıklarını görür:
“Hele merhaba sonraya kasım ağalar; bu çubuklar burada tutar mı dersiniz?” Adamlar bu söze bıyık altından güler:
“Çubuklar da söz mü, adamı diksen biter; mübarek toprak değil, tutya!” derler.
Hoca kulağına inanamaz:
“Aman, öyle ise beni dikin şuraya, bakalım ne biçim yemiş vereceğim!” der.
Allah’ın dağında vakit nasıl geçecek? Bağcılar tutar, Hoca’yı yarı beline kadar toprağa gömerler; kendileri de bir ağaç altına çekilip, ekmeklerine soğan kırmaya başlarlar.
Hoca, şöyle bir zaman, bir ağaç gibi dikilip durduktan sonra kendi kendini söküp, bağcıların yanına gider.
“Bre efendi, ne diye yerinde durmadın?” deyince onlar, Hoca:
“Vallahi birader, der; ben yerimi sevmedim, yerini sevmeyen ağaç da, tutar mı, tutmadım işte.”
Bir yolculuk sırasında Nasreddin Hoca'nın yolu bir kasabaya düşer. Hoca orada bazı gariplikler fark eder. Bunlardan biri de bazı evlerin üzerine bayrak dikilmesidir. Hoca ilk fırsatta vatandaşlara sorar:
- Yahu, bazı evlerin üzerinde bayrak asılı, bunun sebebi nedir?
Oradakiler hep bir ağızdan:
- Hocam, o bayrak asılı evlerde küp dolusu altın vardır, derler.
Bayrak dikmenin sebebini öğrenen Nasreddin Hoca, günün birinde çarşıdan kocaman bir küp alarak evine gelir. Sonra da küpün içerisini çakıl taşlarıyla doldurur. Yine âdetmiş, evinde altın olanlar, küplere karşı sohbet ederlermiş. Sıra Nasreddin Hoca'ya gelince bakmışlar ki küpün içerisinde altın yerine çakıl taşları dolu. Misafirlerden birisi:
- Hoca Efendi, bu nasıl iş, senin küpünde altın yerine çakıl taşları dolu, deyince Hoca:
- Yahu komşular neye üzülüyorsunuz, küpte yattıktan sonra altın olsa ne, taş olsa ne? Fark eden ne ki?