Genç adam, işe giderken her gün yolunun üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah Rengarenk güller içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde, bir genç kızın siluetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu. Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin ürperdiğini hissetti. Her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu. Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir güle dikerek öylece kalakaldı. gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu. Genç adam, artık her gün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir siluetten başka şey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah heyecanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu. Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız, gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu. Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti. Yüreği sıkıştı. Yoksa genç adam ölmüş müydü? Genç kız yine her gün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı güller gibi soluyordu. Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarak da güllü bahçenin önüne gelmişti. Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı. Bahçedeki güller solmuş, pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu:
- "Bu evde kimse yaşamıyor mu?"
Bir çocuk:
- "İhtiyar bir kadın yaşıyor" dedi.
Genç adam cevabını duymaktan korkarcasına, başka bir soru sordu:
- "Burada yaşayan genç kıza ne oldu?"
Çocuklardan birisi atıldı:
- "O öldü" dedi.
Genç adamın yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı:
- "Verem olmuş, dün öldü."
Yıllar sonrasıydı. Küçük bir çocuk heyecanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı:
- "Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler. Gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın yüzüne gerçekten bir gülümseme yayılmıştı. Biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı.
Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla’nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla’ yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.
Mecnun’ un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla’yı isterse de Mecnun oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun’ u çölde bulur. Halbuki o, çölde ahular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecazi aşktan ilahi aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leyla’yı tanımaz. Babası Mecnun’ u iyileşmesi için Kabe’ye götürür. Duaların kabul olduğu bu yerde Mecnun, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealaya dua eder:
- "Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni Bir dem bela-yı aşkdan etme cüda beni."
Duası neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leyla da aşk ıstırabı içindedir.
Bir zaman sonra ailesi, Leyla’ yı İbn-i Selam isimli zengin ve itibarlı birine verir. Ancak, Leyla kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selam’ı vuslatından uzak tutmayı başarır. Mecnun, çölde Leyla’nın evlendiğini arkadaşı Zeyd’den işitince çok üzülür. Leyla’ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leyla da durumunu bir mektupla Mecnun’a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.
Bir müddet sonra Mecnun’ un ahı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leyla baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnun’ u çölde aramaya başlar. Fakat Mecnun, dünyadan elini eteğini çekmiş ilahi aşk yüzünden Leyla’nın maddi varlığını unutmuştur. Leyla, çölde Mecnun’u bulduğu halde, Mecnun onu tanımaz. Leyla onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnun, Leyla’ nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler;
- "Ya Rab mana cism ü can gerekmez Canansuz cihan gerekmez." der, kabri kucaklayarak ölür.
Bir müddet sonra Mecnun’ un sadık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki:
“Bunlar Mecnun ile onun vefalı sevgilisi Leyla’dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular.”

İnanmayan arkadaşlara örnektir. Bu olay askerde başımdan geçti. Askerde çavuştum yani nöbet tutma olayım yoktu. Usta birliğine yeni gelen adanalı bir çocuk vardı. Çok sakin ama neşeli bir çocuktu. Neyse geldikten yaklaşık bir ay sonra buna nöbet yazmışlar. Ama taburun en sakaç yerinde kıranlık, adamı kesseler farkında olmaz kimsenin. Yanınada üst devre bir devremi vermişler. Tabi benim devre başlamış uyumaya bunuda dikmiş nöbete. 1 saat sonra taburda bir karışıklık bir panik silah sesleri geliyor onun tuttuğu nöbet kulesinden. Çocuğu zar zor getirdiler koğuşa.
Bağırmalar titremeler Gözlerini patlatıp bir noktaya bakmalar. Arkadaşa cinlerin düğününü gördüğünü söylemiş tepenin eteğinde. İlk baş hava değişimine gitmek için numara yapıyor dedim ama gözlerimle bir şeyleri görmeden önce. Çocuk cılız zayıf bir şey ama 3 kişi yatakta zor tutuyoruz adamı yatakta. Kendini boğmaya çalışıyor acaip acaip bir şeyler mırıldanıyor, gözleriyle odada sanki bir şey varmış gibi onu takip ediyor. Ama ona gerçekten inaİmamın tek bir sebebi vardı. Uyumaya başladığı zaman aniden ellerini boğazına götürdü. Kendini boğmaya çalışıyor. Nerden еsтi bilmiyorum içimden 3 kulluvallah bir elham okudum ama kimseye farkettirmeden. Çocuğun gözleri kapalı elini dudaklarına götürdü ve bana sus işareti yaptı. Başımdan sanki kaynar sular döküldü. O gün bugündür yatmadan önce mutlaka bu duaları okurum. İster inanın İster inanmayın. Ama gercek. Onlar her yerde.
Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim. Yedi senelik evliliğimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik. Karım, her evlilik yıldönümümüzde ikimizin fotoğrafını çerçeveler:
- "Bunlar bizim hayatımızın gölgeleri" derdi. Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı. 97'in bir gecesinde onu aldattım. Oysa ona sürekli onu ne kadar çok sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık kalacağımı söylerdim. Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım. Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece:
- "Biliyorum" dedi. İzmir'e kar yağdığı gün, yani bir ay önce, evdeydim. Fotoğraflarımıza bakıyordum yine. Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim. - A. - R. - K. - A. - S. - I. - N. Gerisi için yılları yetmemişti. Ama Sanırım:
- "Arkasına bak" yazmaya filan niyetlenmişti. Hemen çerçevelerin arkasına baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra birşey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm. İnanabiliyormusunuz, her birinin arkasından bir mektup çıktı! Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı. 1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı ve içinden şu sözler çıktı:
- "14 Mart 1997/Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/söylemene gerek yok, biliyorum." 2002'deyiz. Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor. İçim acıyor şimdi. Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor. Seviyorum diyenin sevgisinden şüphe et. Çünkü; aşk sessiz, sevgi dilsizdir.
Çok güzel bir kadındı. Herkes tarafından beğenilen, güzelliğinin farkındabir kadındı. Bu yüzden kimselere kendini layık göremiyordu bir türlü, kimseleri beğenmiyordu. Seneler evvel kızların ‘Evde kaldı' damgası yediği yıllarda, o hala bekardı. Bu da umurunda bile değildi. Sonra o adam çıktı karşısına. Adam bir kere de vurulmuştu kadına. Zatenherkes bir kerede vuruluyordu ona. O hiç yüz vermedi. Adamdan hiç hoşlanmadı. İnatla reddetti sinema ve paket paket çikolataları. Evlilik teklifini reddetmek için ise bir saniye ile düşünmedi. Adam kararlıydı. Aylarca kaçırından dönmedi. İkisi de uzun süre karşılıklı inatlaştılar. Karlı bir günde, genç kadının komşusu kapıyı çaldı. ‘Çabuk camdan dışarı bak! Seninki dışarıda!' genç kadın cama koştu. Adam kapının önünde yatıyordu. Yemin etmişti zaten. Teklifini kabul etmezse kapıdan ayrılmayacağını söylemişti. genç kadın şaşırdı, şimdiye kadar en inatçı o çıkmıştı. O geceden sonra beraber gezmeye başladılar. O zamanların en lüks gezmesi sinemaya gitmekti. Sık sık sinemaya gittiler. genç kadın onunla vakit geçirdikçe yüreği ısındı adama. Daha sonra onu sevebileceğini düşünmeye başladı. Aradan geçen günlerde sevdiğini anladı. Aileler tanıştı. Söz kesildi, nişan yapıldı. Sevgililer muhteşem bir düğünle evlendiler. İkisi de mutluydu ama genç adam daha da mutluydu. Azşöyle başarmıştı her şeyi. Hiçbir şekilde sevgisinden vazgeçmemiş ve yıİmamıştı. genç kadını ikna etmiş ve kendini sevdirmişti. Yirmi sekiz yaşına kadar evlenmemeyi ve etrafın ‘Güzelliğine rağmen evde kaldı' dedikodularını göze alan kadını kandırmayı başarmış, üstelik o zamanın çevre erkekleri arasında da büyük bir sükse yapmıştı. Yıllarca o kadından çocuk istedi adam. İlkönce bir kızları sonra da bir oğulları oldu. İkinci doğumu doktorların ‘Eğer hamile kalırsan ölürsün' ikazlarına rağmen doğurdu. Çünkü kocası bir de erkek çocuk istiyordu. Kızı olmuştu bir de erkek de şansını denemek istiyordu. genç kadın kırmadı onu ve hayatını hiçe sayarak doğuma girdi. Tablo tamamlanmıştı artık. İki çocuk, biri kız, biri erkek. ve ikisi. Çocuklarına çok iyi baktılar. genç kadın her bakımdan mükemmel bir anneydi. Çocuklar büyüdüler. Okula başladılar. Babalarını görme fırsatları olmuyordu çünkü çok çalışıyordu. Senelerce çalışmıştı. Ailesinin her şeyi olması için çabalamıştı. Çocuklar babalarına duydukları özlemle ona daha çok ilgi gösteriyorlardı. genç kadın genellikle çocuklarıyla yalnızdı. Çünkü genç adam holding olma yolunda ilerleyen bir işöyle fazlasıyla haşır neşir olmak zorundaydı. Hepsi göğüslediler bunu. Onlar tüm hasreti kabul ederken, genç adam eve çok geç saatlerde gelmeye ve evde daha az vakit geçirmeye başladı. akşam yemekleri artık beraber yenmiyordu. Bayram gezmeleri anne ve çocuklarla yapılıyordu. Bir aile için en kötü parçalanma yaşanıyordu. Zaman geçtikçe bu garipliğin nedeninin iş problemleri olmadığı anlaşıldı. Bir sabah küçük kız uyandığında anneşöyle babasının mutfakta oturup konuştuklarını duydu. ‘Çocukları al ve giт. Ben artık boşanmak istiyorum' ‘Gitmeyeceğim' dedi genç kadın. Her şey bitmişti artık. Karısı ve çocukları için kendini parçalayan adam artık başkasına aşık olmuştu. Hatta yedi uzun senedir? kadınla beraberdi. Erkek çocuk istediği zamanlar ilişkileri başlamıştı. İstediği her şeyi elde etmişti artık. Parası da vardı. Baba olmayı da tatmıştı. Senelerce peşinden koştuğu ve ikna etmek için sokaklarda gecelediği kadınla evlenmişti. Çocuklar babalarını o evde yalnız bırakıp gitmek istedilerse de anneleri ısrarla gitmedi. Bu kadar kolay gönderemezdi onu evden. Tam bir sene bekledi. kocası iflas edip diğer kadın onu bırakıncaya kadar. Adam beş parasız, kırık kalple eve döndüğünde artık baba diye koşacak çocuklar evde yoktu. Çocuklar konuşmuyordu onunla. Karısı mümkün olduğunca soğuk ve mesafeliydi. Her şey bitmişti aslında. Geriye kalan sadece onların dışardan bir aile olarak görünmesiydi. Oysa adam bu aileyi seneler evvel parçalamıştı. Karısı onu kızı ve oğlu evlendiğinde ve ilk torunlarını kucaklarına aldığında affetti. Çocuklar ise hiç affetmediler. En güzel yıllarını şöyle bir duyarsızlıkla, yaşadığı aşk için minik kalplerini kırarak yaşattığı için hiç affetmediler. O yüzden ikisi de çocuklarına umutla ve sevşöyle bağlılar. Torunlar dedelerine tutkuyla bağlılar. Dedeleri, çocuklarına gösteremediği tüm şefkati onlara veriyor var güşöyle. Daha önce kırdığı iki minik kalbin yavrularına sevgiyi yaşatarak, acısını dindirmeye çalışıyor.

Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta.
Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. "Avucunu aynen şöyle kapalı тuт ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve şaşkın genç adamıBöylece bırakıp kalkmış, oDadın çıkmış. genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen anneşöyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğukkonuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. "Nasıl şöyle budalaca bir şey yaİmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, şöyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.
Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı. " diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.
Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış. Ve o gün gelmiş. genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış.
Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç Adamıne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. "İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?"Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş:
"Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın. "
Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana şöyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. genç adam bağırıp çağırırken, Yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:
"BU TAŞ, YEŞİM TAŞI DEĞİL USTA!"Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.
Birer birer gittiler yaşamımdan.
Herbiri ayrı bir yaraydı, her biri ayrı bir yaşanmışlık, güzel ve çirkindiler, umutları, umutsuzlukları vardı, sevdaları vardı, en önemlisi insandılar, insan olmayı ve insanları seviyorlardı. Ben onlarıBöylece seviyordum. Yanımdalarken kırıyordum onları, bazen küçük düşürüyordum, kendimi yükseltiyordum. Oysa paylaşılmışlıkların en güzelini yaşıyordum onlarla. Kurgu değildi bu, sıralı hayaller silsilesi değildi, kandı, etti, duyguydu tüşöyle. Önceleri bebim için tutunacak birer daldılar, hiçliğimi eriten çokluğumdular, sonraları sevdamdılar.
Sabah. Güneş penceremi tırmalıyordu artık. Ben geceden kalma mutluluklarınmı süzerek güne umutlu başlama kavgasındaydım. Yaşam sürecinin bir basamağını daha yılgın ve durağan atlamaya hazırlanıyordum. Geçmiş belleğimde dingin bir tutarlılıkla mıhlanıp kalmıştı. Bu yaşadığımız günlerin ne denli kepaze olduğunu mırıldanıyordum. İçimde acı tadı vardı ayrılıkların, yalnızlıkların.
Boşluğu kucaklayan kollarımda yorgunluk ve yitikliği aynı anda yaşıyordum. Geleceği bilmiyordum ve bu beni yaralamıyor aksine kamçılıyordu. Dört elle olmasa da yaşama bağlaİmamı sağlıyordu. İleriye dönük planlar yapmıyordum, dilidmde hep aynı dizeyi gezdiriyordum ; "Que sıra sera". Hoşuma gidiyordu bu. Ama kadercilik değildi benimkisi, sadece hoşuma gidiyordu. Çünkü bir bakıma doğruydu, olacak olan olurdu ve bu yabancı dildeki karşılığı içimi ısıtıyordu. Dünü artık unutup beynimin ücra bir köşesine itmenin zamanı gelmişti. Bana yararı yoktu hatırlamanın. Unutmak ; o ne büyük bahtiyarlıktı. Ve çoğu insan kendini irdelemek yerine bu büyük zenaati kullanarak mutluluğa erişiyordu. Ama benim için yine de eşidi yaşİmamaktı. Evden çıktığımda kör bir vaktiydi sabahın ve körlük sanki tüm şehri sarmışcasına insanlar da yitik bir söylercesine ararcasına, kör topal ilerilyorlardı caddelerde, birtaz sonra her biri işyerlerine, okullarına varacak ve akşama kadar yaşama ara vereceklerdi. Çünkü yazarın dediği gibi yaşam gecenin konusuydu, tek kalmanın ve içkinliğin konusuydu, gündüzün ve hengameli bir kalabalığın değil. Bu bir anlamda rahatlatıyordu insanları, işteyken sayılar ya da dosyalarla uğraşıyor, kimisi yük taşıyor, kimisi araba sürüyor ve akşama evlerine döndüklerinde rahat bir yorgunlukla uykuya dalıyorlardı ve bu ebedi istirahat provalarını habersizce yaptıktan sonra kendilerini ertesi güne aktarıyorlardı. Ben de bu yığınsal kalabalığa katılarak hızla yolumu eritmeye başladım. Kafamı hiçbir şey üstünde yoğunlaştıramıyor, sadece yürümekle yetiniyordum. Belki de bu benim mola verişimdi. Anlamsız bir rahatlıklaBöylece ilerliyordum her sabah ve hergün yaptığım gibi işle ilgili ve birbiriyle ilintisiz bir sürü şeyi kafamdan hızla geçirirp sonuçta hiçbir yere varİmamanın huzurunu yaşıyordum. Mola. İşe geldim artık. Rutin selamlaşmalardan sonra masama oturdum. Birkaç kişi gelip bir şeyler analttılar. Boş bir anlayışlılıkla suratlarına baktım. Ne anlattıklarını biliyordum, dinlemem de görekmiyordu aslında ama büyük bir dikkatle dinliyormuş gibi yapıyordum.
Hepsi dinlenilmiş olmanın ve onaylanmanın sevinşöyle ayrıldılar yanımdan, ne büyük huzurdu onaylanmak. Dosyanı çıkardım, birşeyler yazdım, rutin, sıradan hep yazılagelen söyler. Ezberlenmiş roller gibi rahatça akıyorlardı kağıda. Değişik olaylar olmasını bekliyordum. Ufak bir renkti aradığım. Ama yaşantımız şöylesine tek renk hale gelmişti ki o renk dışındaki rtenklere şüpşöyle bakmaya da alışmıştık. Siyahın bile tek tonu vardı bizim için, versiyonları değil sadece kendisi ilgilendiriyordu bizi. Bu karmaşa içerisinde daha fazla renge tahammülümüz kalmamaıştı sanki. Zaten varolan o tek renk bile yeterince korkutuyordu bizi. Daha büyük korkulara katlanamazdık, yaşantımızı diğer renklerle kirletemezdik. oysa yıllar sonra kirlenmenin güzel olduğuna dair reklamlar yapılacaktı. Etrafımı boş gözlerle süzdüm. Bir arkadaşla göz göze geldik. Yine aynı sevimil bakşlar ve baş eğmeler. Ne kadar tanıdık bir yaşamdı bu, bana aitmiş gibi. Cidden benim miydi bu yaşam?
Telefon çaldı. Bir ses evecenlikle " doktora gidiyorum, eve geç kalacağım" dedi. tamam bile demedim, göreksizdi çünkü. Yemek vaktine kadarBöylece oturdum, birkaç imza attım, birkaç demlik çay içtim, sigaramı hiç ettim onunla birlikte. Ne iyi. Yemekten dönünce gazete okudum. Kuponaları seyrettim. Kesmek külfet ama seyretmesi zor değil.
Keşke "Kuzate" diye bir gazete çıksa ve ben kuponlarıBöylece seyretsem.
Ne haber, ne köşe yazısı, ne salya sümük duygu pazarlayıcıları, hiçbiri, bu tek renk hayatımızı kirletmese. Ama ben bunlarla avunabiçecek miyim?
Mutlu olmam şart mı? Gazeteleri karıştırdım. Kışırtısı beynimi zonklatıyor. Devam ettim, bir ara telefon çaldı. Sonra "Sizi arıyorlar"
Dediler. Büyük bir üşengeçlikle yarimdemn kalktım. Ses tanıdık ve sadece bir cümle " gidiyorum". Öğle vakti. Telaşla kapattım telefonu. Rengim değişmişti. Hızla çıktım işyerinden. Koşasım geldi ama yapamadım, çok istedim ama adımlarım ihanet etti bana. ( Kış, rüzgar her şeyi itekliyor. Yolda iki kişiBöylece yürüyordu rüzgara aldırmadan.
Üşüyorlardı ama elleri ceplerinde değil. Dar bir yola sapıp dik bir yokuşa çıktılar. Sonra bir koruluk. Şaraplarını çıkarıp sessiz çığlıklarla yudumladılar. Yanlarından birkaç kişi geçti, bakıp gülümseyerek. Sonra şişeleri bitiyor ve birisi yuvarlana yuvarlana, diğeri onu kaldırmaya uğraşarak ilerliyorlar. Sonra keskin bir soğuk, uzun bir yürüyüş ve sahne sona eriyor. ) Aklımdan hep paylaşımlarımızıgeçti. İnatla itekliyorum onları ama gitmediler.
Gitmelerini istemiyordum aslında. Bağırıyorum, duymuyorlar, yıtıyorum kaldırımları karşıma dikiliyorlar, ağlıyordum. İskeleye geldim şimdi, etrafı kolaçan ederek. Gideceğim yolu bulunca hizla ilerledim. Orada, ileirde duruyordu. Sırtı bana dönük. Adınlarımı ağırlaştırdı. , bu süreyi uzatır diye. Yavaşça yaklaşıp sırtına dokundum. Donuk gözlerle baktı. Susutuk. Yırtıcı ve korkunç bir sessizlikti bu. Sokaç boyunca ilerledik, durdu. "Sana şöylenecek çok şey yok dostum. Gidiyorum, çünkü bu aklayacak beni. Gidiyorum, çünkü kalırsam yoklaşacağım.
Ağlamayacağım, göz yaşlarımı harcamayacağım. Son anımız salyalı sümüklü olsun istemiyorum. Biliyorsun gönlümüzde acılara daha çok yer var.
İleride ellerimiz yine kavuşacak, kuvvetle sarılacağız birbirimize. O güne değin ağlamak yok, sevinçten ağlayana kadar ağlamak yok, dostum, gidiyorum. " dedi. birşey söyleyemedim, boğazımdaki çığlık taşamadı dışarı. söyledir, dost,söyledir. " dedim. Kucaklaştık ve yönlerimiz ayrıldı, belki sonsuza dek. Ama bu incitmedi bizi. Kırgınlığımızı ve haykırışlarımızı kalbimize gömdük. Ağlamadık, çünkü ağlamak yaralayacaktı bizi. Güldük ve isYaşlı boyun eğdik, güpegündüz. İlk değil, son da. Artık kayboldu gözden ve ben yıllar sonra ilk kez gözlerimden akaç yaşaş şaşarak ve aydınlığımızı elimde güneşe eş tutuarak işimin yolunu tuttum. O gitti ve güçlüler hep terk edenlerdir sözü geldi aklıma, güldüm. akşam. Körpe mutlulukları daha başta yitirmenin ve umutlarımızı kararsız sabahlara ötelemeninne denli zor olduğunu ikimiz de biliyorduk artık. Devinen bir korkaklık içinde uykulu bir sanal yaşamın kıpırdanışlarını içimize akıttık. Dün günlerin en güzeli gibi görünse de henüz yaşamadıklarımızın da mutluluklara gebe olduğunu umuyorduk. Ama kendi dünyalarımızıa bunu ne denli gerçekleyebileceğimizden habersisizdik. Ve bilmek işime gelmiyordu.
İkimizin de içimize sığmayan dünyalarımızı ortada bir yerelerde buluşturmayı umuyorduk. Bir bağlamda başarmıştık da bunu. Ama yine de olİmamıştı. İki ayrı insandık, iki ayrı dünya. Düşlerimiz ve sevdalarımızıvardı birbirine teğet, o özgürlüğü seçti ben sadece ipimi uzattım, fark buradaydı. Hayat bir sonraki ayrılığa kadar yeni bir yara açmıştı kalbimde ve zaman buna çare olacaktı, umut ediyordum.
Bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp; Ey ahali, diye bağırmışlar. Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber geçirirse, Veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine veriçecektir. Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş.
Ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya.
Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde " Hamal olarak yatıp ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş. Genişçe bir mezara, iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım. "Sormuşlar: Dünyada malın mülkün var mıydı? Alay etmeyin demiş, hamal. Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiç bir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz. Peki diye eklemiş melekler, o ipi ne karşılığında aldın. Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin? Anlatmış hamalcağız. Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım.
İkisini yedim, sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işleri yaptım.
Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım. Melekler: Çık demişler, çık. Olmadı. Hasan Efendiden aldığın para, hak ettiğinden çok düşük.
Biz ondan bunun hesabını soracağız. Mehmet Efenşöyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın. İyi ama, diye cevaplamış hamal, hakettiğim parayı isteseydim, Bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca da aç kalırdım. O bizim işimiz demiş melekler, nasıl olsa buraya o da gelecek. Biz senin adına ona sorarız. Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş. şöyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın? On kuruş aldı isem, yarısını sakladım. iki kuruş aldı isem, bir kuruşunu biriktirdim. Çık demiş melekler. Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın, hem de gıdandan kesmişsin. Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin. Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?. Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, Sabah olmuş. Açılan mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada. Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. Bir kıyamet ki sormayın. "Kutlu olsun" demişler. "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama, bak artık zengin oldun.
"Yooo, diye bağırmış hamal. İstemem, sizin olsun. Ben, bir iple küfenin hesabını sabaha kadar veremedim, ya o kadar servetim olsaydı ne yapardim?
Bir Ölüden Yardım: 17 Ağustos depreminde ve sonrasında meydana gelen bir çok olayı televizyon ve gazetelerden tanık olmuşsunuzdur. Ben de televizyonda seyrettiğim bir olayı size anlatmak istiyorum. Depremden sonra bir çok insan evsiz kalmış, ailesini yitirmiş ve yardıma muhtaç hale gelmişti işte şöyle bir durumda Hayır severler hemen bölgelerdökülürin yardımına koşmuştu. İstanbul'da oturan orta halli bir ailenin çocuğu olan Mustafa babasının arkadaşının yardım göndermek istediğini bölgedeki insanların her türlü yardıma muhtaç olduğunu duyunca ve de babasının yoğun ısrarlarına dayanamayınca arabasının bakıma vermekten vazgeçip hemen yola koyulmak üzere hazırlıklara başladı fakat bilmediği bir şey vardı arabasının çok önemli bir kusuru vardı ve bu kusur onu ölüme bile?ürebilirdi. İnsanlara yardım etmek için arabayı bakıma sokmadan gittiği için bu arızayı öğrenememişti. Ve yola çıktı hiç durmadan gidiyor ve içinde insanlara yardım etme hazzını hissediyordu. Yolda arıza gittikçe arttı fakat arıza arabanın tekerlerinde olduğu ve çok hissedilir olmadığı için farkına varamadı. Hava karamak üzereydi lastiğinin kabaklaştığının farkına vardı hemen indi arabasının arkasına gitti ve yedek lastiği aradı daha fazla yük alabilmek için çıkardığını hatırladı ve kahroldu kim bilir kaç insan bu yardımı dört gözle bekliyordu. Birden yolda tamirci elbisesi giymiş bir adamın geldiğini gördü ve de elinde bir lastiğin olduğunu adam az ileride lastiği patlamış birine?ürdüğünü söyledi. Mustafa ona derdini anlattı adam istersen bu lastiğini sana verebilirim ben daha sonra yine getiririm dedi. Ve tamirci arabaya lastiği taktı arabanın tekerlerindeki hayati derecede önemli arızayı da görüp onardı. Mustafa isterse onu gideceği yere kadar bırakabileceğini söyleyecekti ki arkasını döndüğünde adamın olmadığını gördü hayretler için yola devam etti yaklaşık 5 dakika gitti veya gitmedi bir kazanın olduğunu ve içinden çıkarılan cesedin kendisine yardım eden kişi olduğunu gördü çevredeki adamlara sordu ve kazanın yaklaşık 1saat kadar önce gerçekleştiğini öğrendi adeta nutku tutulmuş kul sıkışmış ve Hızır yetişmişti.
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini çok seven, bir bulutla yıldız vardı. Bulut, gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu;
Yıldızsa, en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı. Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı. Tatlı bir kıskançlıktı onlarısınkisi. Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu. Hem de, yıldızın en yakın arkadaşı olmasına ragmen.
Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı. Yıldızsa, bulut için elinden gelen herşeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi. Zaten onun için bulutu, bir de çok sevdigi dostu, peri vardı. Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı. Nereden bilebilirdi ki, perinin birgün bunların hepsini yıldızla bulutun ayrılmaları için kullanacagını?. Bir gün nazar degdi bulutla yıldıza. Hiç yoktan bir sebep yüzünden tartıştılar. Bulut, çekti gitti, hatalı olmasına ragmen. Yıldızsa, "Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir. " diye düşündü. fakat hiç bir şey bekledigi gibi gitmedi.
Bulut dönmedi. Kimbilir, belki de cesaret edemedi dönmeye. Tek bir gerçek vardı ki; ikisininde çok üzgün oldukçarıydı. Gökyüzündeki iyilik melekleri bile agladılar onların durumlarına, ama ne fayda. Ertesi gün, yıldız olanları en yakın dfostu periye anlattı. Periyse, göstermelik bir hüzne büründü. Eline büyük bir fırsat geçmişti. Artık hayatı boyunca kıskandıgı kişiye karşı kozları vardı elinde. O kişi; en yakın dostu yıldız olmasına ragmen, kullanacaktı kozlarını. Hem de büyük bir zevkle.
Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmedigini söyledi. Bulut ise üzüldü, boynunu büktü ama elinden hiçbirşey gelmeyeecegini düşündü.
Çünkü yıldız inatçıydı. Bir kere "olmaz" dediyse bir daha ‘olur'
Demezdi. Peri de, bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp, ona olan sevgisini itiraf etti. Bulut da kimseyi kıramadıgı için, perinin yıldızın yerine geçmesine izin verdi. Yıldız; günlerce bulutun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi. Ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi. Gece yola çıktı.
Bulut, dostu sandıgı peşöyle birlikte ayda eleleydi. Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza. Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasına gitti. Yavaş yavaş sönmeye başladı. O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu. Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi. Yıldız, ilk zamanlar herşeyden vazgeçti, hayata küstü. Ama kolay pes etmezdi. Kısa bir süre sonra haYaşlı ilgili önemli kararlar verdi: O güne kadar hiç görmedigi güneşin yanına gidecekti ve biraz daha ışık isteyecekti ondan. Çok geçmeden, görmedigi güneşin yanına gitti.
Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi. Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza. O gün bugündür, yıldız; dünyaya güneşin sevgisini yansıtır. Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya. Bir de yüreginde kopan fırtınaları.
Orda Bahar Geldi mi Bilmem AmaBirgün kasabamızın küçük patikasından yukarıya doğru tırmanıyordum. Yanıma solgun yüzlü, on - onbir yaşlarında küçük bir çocuk geldi ve bana: _Abla, size birşey sormak istiyorum, izin verir misiniz?. dedi. Ben de ona gülümseyerek: _Tabi sorabilirsin!.
Dedim. Gözleri bir anda pırıl pırıl oldu ve: _Ben. , şeyy, cennete bir mektup göndermek istiyorum!. Bana bunu nasıl yapabileceğimi söyleyecek kimsem yok. Acaba siz bana yardımcı olabilir misiniz? Çok şaşırmıştım. Şöyle ümit dolu,şöyle yalvaran gözlerle bakıyordu ki.
Ardından devam etti: _Bana yardım ederseniz size anneme yazdığım bu mektubu okuyabilirim. Tabi eğer bunu isterseniz!. Gözlerim dolmuştu. Bir an duraksadım ve: _Belki de sana yardım edebilirim küçük. dedim.
Dudaklarındaşöyle bir gülümseme belirdi ki hala aklımda. _Çok teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim. Emin olun size büyüdüğümde mutlaka bu iyiliğinizin karşılığını ödeyeceğim. _Hayır küçük, benim için hiçbir şey yapmana gerek yok. Sadece annenin mezarının nerede olduğunu şöyle bana, bu yeterli!. _Aaa, evet tabi kiii!. Ama önce size mektubu okumak istiyorum. Bunu istiyor musunuz? _Sen bilirsin, bu özel bir şey olmalı. _Evet çok özel ama size okumak istiyorum. _Peki öyleyse. dedim ve yürümeye başladık. Ardından da mektubu okumaya başladı: Hani, bir zaman bacağını kırdığım için, Çok kızdığın küçük bir masam vardı. Onu tamir etmek için çok uğraşmıştın hani. Şimdi o kırık masa benim tek arkadaşım. Şimdi ağlamakla geçiriyorum günlerimi O kırık masanın başında. Bir de pencerem var tabi. Aa, o da ne penceremin önüne Küçük, küçücük, zavallı bir güvercin kondu. Kim bilir kime ait. Kim bilir annesi nerden. Ben de ona benziyorum bir parça. Onun gibi zavallı, yapayalnız. Ama bu güvercin bence bir şeyleri işaret ediyor Yoksa, yoksa bahar mı geliyor!. Aman Allah ım. Yoksa, kışın o soğuk o kıranlık günleri bitiyor mu?. Lütfen, lütfen izin ver bana. Bir kaç dakika dışarıya çıkayım. Evet, evet bu masadan kalkmalı ve. Ve dışarıya çıkmalıyım. Şimdi geldim anneciğim. Seni beklettiğim, Birkaç dakika da olsa mektubu geciktirdiğim için Çok özür dilerim!. Bu birkaç dakikada ne çok şey gördüm bir bilsen. Bir bilsen anneciğim, O kuş cıvıltıları, O yumuşacık güneş ışınları Ve hiçbir zaman bana arkadaşlık etmemiş olan Hayalimdeki sevgili arkadaşlarımın kahkahaları ile, Sen gittiğinden beri Benden nefret eden babamın bakışları, O kadar farklı ki birbirinden.
Hayat bu mu anneciğim. Hayat baharda kış yaşamak mı her zaman. Hani, bana kardeşlik, mutluluk hikayeleri anlatırdın, Hani hep bahardan, onun güzelliklerinden bahsederdin!. Çiçeklerden. Yemyeşil çimenlerden Ve onların üzerinde zıp zıp zıplayan Bembeyaz tüylü keçilerden. Sen gittiğinden beri Bunları anlatan kimse yok bana. Aslında kimsenin, Anlatacağı hiçbir şey yok!. Halbuki benim o kadar çok var ki!. Ama kime, nasıl anlatırım?. Nasıl paylaşırım şu küçücük kalbime sığmayan Kocaman sevgiyi. Nasıl paylaşırım senin sevgini. Hem, kim dinler kii beni. Kim umursar. Şimdi yanımda olsaydın Ki herhalde yanımdasındır! Herhalde bu güzel bahar gününde Benim bu kıranlık odada Bu kırık masanın başında Yalnız başıma otuİmama Asla izin vermez " Hadi birlikte dolaşmaya çıkalım" derdin Ben sevinçle boynuna sarılır Öpücüklere boğardım seni.
Sonra birlikte küçük tepemize tırmanır, Orada ıslak çimenlerin üstüne otururduk. Başımızı gökyüzüne kaldırır O sonsuz maviliği seyre dalardık.
Senin dizine koyardım başımı sonra. Ama sen yoksun kii. Belki birlikte en mutlu olacağımız zamanlarda Beni bırakıp gittin. Yoksa orada burda olduğundan daha fazla mı mutlusun?. Orda bahar geldi mi bilmem ama.
Burda bahar geldi. Kimi canlılar yaşamına başladı yeniden, Rengarenk çiçekler açtı, Tabiat hayata döndü anneciğim, Kış günlerinin bitişi Yeniden hayata döndürdü onları. Sen kışın bittiğinin farkında değil misin yoksa? Kış bitti anneciğim, Sen niye hala hayata dönmüyorsun?.
Orda mevsim hep bahar mı yoksa. Kış geldiğinde burda solacağından mı korkuyorsun?. Yoksa, yoksa bıktın mı bahardan?. Yoksa orda hiç mi bahar gelmiyor?. Özledin mi?. Öyleyse buraya gel. Yeniden mutlu olalım.
Seninle birlikte hayata yeniden başlayalım. Korkuyor musun yoksa?. Orda bahar geldi mi bilmem ama. Burda çoktan geldi ve SENİ BEKLİYOR!. Mektubu bitirdiğinde annesinin mezarına ulaşmıştık. Gözlerimdeki yaşları göstermemek için arkamı döndüm. Ağladığımı anlamış olacak ki: _Özür dilerim, şöyle olacağını bilseydim okumazdım. Sizi üzdüğüm için affedin beni. _Ben önemli değilim küçük, şimdi bunun hiç önemi yok!. Ve devam ettik yürümeye. Annesini İsminin yazılı olduğu mezar taşını gördüğünde, hıçkırıklara boğuldu. O güne kadar hiç şöyle içten ağlayan birini görmemiştim. Onun bu halini gördüğümde ben de dayanamadım ve ağlamaya başladım. Sonra onu anneşöyle baş başa bıraktım. Ağlamayı bırakmış, gözlerini hiç ayırmadan mezar taşını izlemeye koyulmuştu. Her tarafta bir ölüm sessizliği vardı. Sanki az önce cıvıl cıvıl olan doğa birden bire sus pus olmuştu. Birazdan elindeki yeşil zarfı toprağın üzerine bıraktı ve yanıma geldi. Gülümsemeye çalışarak: _Mutlu olmalısın, sen cennete mektup gönderen ilk insansın!. dedim. O da gülümsemeye çalışarak: _İsterseniz bu oyuna devam etmeyelim. dedi. Çok şaşırdım ve:
- Nasıl yani, ne demek istiyorsun sen küçük? dedim. _Cennete asla mektup gönderilemeyeceğini biliyorum aslında ben. O an şoka uğradım, yere eğildim ve çocuğa sıkıca sarıldım. Sonra elinden tuttum ve geldiğimiz yoldan ikimiz de tek kelime konuşmadan geri döndük. O günden sonra bir kaç kez daha karşılaştım çocukla ama ikimiz de nedense hep yere baktık ve hiç konuşmadık. Bir ay sonra çocuğun yağmurda fazlaca ıslanıp zatürree olduğunu öğrendim. Evlerini buldum ama gittiğimde onu son kez görebilmek için çok geç kalmıştım. Çocuğun o günkü gözyaşları geldi aklıma ve onun için sevindim. Çünkü şimdi bir zaman mektup gönderdiği cennette, anneşöyle birlikte. Mevsim de BAHAR!.