Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla Sohbet ediyor:
- "Nerelisin?" gibi sorular soruyordu.
Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı. Yanına çağırdı ve merakla sordu:
- "Adın ne senin evladım?" dedi.
- "Ali, komutanım" dedi.
- "Nerelisin?"
- "Tokatlıyım, komutanım. Tokat’ın Zile kazasındanım"
- "Peki evladım,bu kafanın hali ne?
Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?"
- "Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum."
- "Peki" dedi üsteğmen.
- "Gidebilirsin Kınalı Ali."
O günden sonra Ali’nin adı Kınalı Ali oldu.
Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı.
Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi:
- "Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum.
Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?"
Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi:
- "Sen söyle biz yazalım" dediler.
Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu:
- "Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin."
Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra:
- "Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir" tümcesi ile bitiriyordu.
Tam zarf kapatılırken Ali:
- "İki üç satır daha ekleteceğim” diyerek mektubun sonuna şunları yazdırdı:
- "Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, Burada komutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e gelecek, O'nu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım."
Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer birer, sonraları beşer beşer, onar onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor, onlarında sayıları giderek azalıyordu.
Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali’nin komutanı bu durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Allah’a dua ediyordu.
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile, bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.
Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, hayır bile bile ölüme gidiyorlardı.
O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı Ali’nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne, babasından mektup geldi. Onun yerine, komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu:
- "Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim.
Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum ha. Sen sakın bizi düşünme."
Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra:
- "Şimdi ananın sana diyeceği var" diyerek sözü ona bırakıyordu.
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali’nin anasının ağzından yazılmıştı şöyle diyordu anası:
- "Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin.
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler.
Bizde üç işe kına yakarlar;
1 – Gelinlik kiza, gitsin ailesine, çocuklarina kurban olsun diye, 2 – kurbanlik koça, allah’a kurban olsun diye, 3 – askere giden yiğitlerimize, vatana kurban olsun diye.
Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun."
Ali’nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu.
(Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.)
Zamanın birinde, bir oduncu, ormanda odun keserken, çalı arasında bir yılana rastlamış. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken, bir an göz göze gelmiş. Yaradan'a olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılana vurmaya kıyamamış. Yılan da duygulanmış ve dile gelmiş:
- "Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, ben de sana iyilik edeceğim" demiş.
Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş. Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve:
- "Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim." demiş.
Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Ailesi dahil hiç kimseye olanı biteni anlatmamış. Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş. Oduncu yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış. Bir gün oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Birkaç gün geçince bolluğa alışmış evinde, darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış:
- "Kör kuyunun başına giт ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek." demiş.
Oğlu inanmamış ama gitmiş. Yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış:
- "Kim bilir daha ne kadar altın var kuyunun içinde." diye düşünmüş. Hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş. Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince, oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış. Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan da o anda görünmüş; kuyruğu yok ve kanlar içinde. Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan da yaralı:
- "Hatalı olan oğlum olmalı." demiş ve yılandan özür dilemiş:
- "Tekrar dost olalım." demiş. Yılan ise acı acı gülümsemiş:
- "Çok isterdim ama sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız." demiş.
General Motors şirketinin Pontiac marka otomobil departmanına gelen bir şikayet mektubu şu satırlardan oluşuyordu:
- "Her akşam yemekten sonra ailecek dondurma yeme alışkanlığına sahibiz. Fakat bir çok dondurma çeşidi olduğu için, her yemekten sonra ne çeşit dondurma yiyeceğimize hep beraber karar veririz. Ben de markete gider alırım. Geçen ay otomobilimi değiştirip yeni bir Pontiac aldım ve o günden beri markete gidip gelmek benim için sorun olmaya başladı. Çünkü ne zaman vanilyalı dondurma alsam market çıkışında otomobilimi çalıştıramıyorum. Fakat başka çeşit bir dondurma aldığımda arabam gayet güzel çalışıyor. Bu sorun size çok saçma bile gelse, benim çok ciddi olduğumu bilmenizi isterim. Vanilyalı dondurma aldığımda arabam çalışmazken, neden başka dondurma aldığımda arabam çalışıyor?"
Kolaylıkla buruşturulup atılacak bir şikayet mektubu gibi görünüyor, değil mi? Öyle de olabilirdi. General Motors yetkilileri bu şikayet mektubunu bir kenara atabilirdi, müşterinin sorusu da sonsuza dek yanıtsız kalabilirdi. Ancak General Motors şirketi, olayı araştırması için bir mühendisi görevlendirdi. Mühendis, nezih bir muhitte oturan, iyi eğitim almış Pontiac sahibiyle karşılaşınca biraz şaşırmıştı. Böyle bir konuda dalga geçecek birine benzemiyordu. Akşam yemekten sonra yapılan dondurma alışverişine birlikte çıktılar. Vanilyalı dondurma alıp geri döndüklerinde, gerçekten de otomobil çalışmıyordu. Ertesi akşam çikolatalı dondurma aldılar ve araba çalıştı. Üçüncü akşam sıra çilekli dondurmada idi ve araba yine çalışıyordu. Son deneme turunda vanilyalı dondurma alındı ve maalesef araba yine çalışmadı. General Motors yetkilisi şaşkındı. Bir mühendis olarak, arabanın vanilyalı dondurmaya alerjisi olduğunu düşünmek pek akıllıca gelmiyordu. Bunun üzerine ziyaretlerine bir süre daha devam etti. Olayın günün hangi saatinde olduğunu, hangi tip benzin kullanıldığını, gidip gelme süresini ve daha pek çok ayrıntıyı inceledi. Kısa bir süre içinde de ilk ipucunu elde etti. Vanilyalı dondurma almak diğer çeşitlere oranla çok daha kısa sürüyordu. Çünkü en çok aranılan ürün olan vanilyalı dondurma marketin hemen girişindeki dolapta satılıyordu. Diğer dondurma çeşitleri ise marketin en arka kısmında kurulu bir tezgahtan seçiliyordu. Herhangi değişik bir çeşidi almak bu yüzden çok daha uzun sürüyordu. Şimdi mühendisin karşı karşıya kaldığı soru şuydu:
- "Otomobil neden daha kısa süre içinde geri dönünce çalışmıyordu?"
Zaman faktörü işin içine girince, mühendis sorunun cevabını bulmakta zorlanmadı. Sorun, motor soğuduğunda devreye giren buhar kilidinden kaynaklanıyordu. Bu kilit, normal şartlarda motor durduktan hemen sonra devreye girip çalışıyordu ve çikolatalı yada çilekli dondurma alana dek geçen süre, motorun tekrar çalışması için yeterli soğumaya imkan tanıyordu. Vanilyalı dondurma gecelerinde ise süre çok kısa olduğu için motor soğuyacak vakit bulamıyor ve buhar kilidi devreye girmiyordu.
Bu öyküden de anlaşılacağı gibi, komik hatta asılsız gibi görünen bir müşteri şikayeti, bir şirketin ürün geliştirmesinde kullanabileceği değerli bir veri haline dönüşebiliyor. Müşteri şikayetlerinin değerlendirildiği zamanlarda, bir kurum için hediye niteliği taşıdığı bilinir. Bu gerçek öykü, garip bile olsa, müşteri sorunlarının ve şikayetlerinin ürün ve hizmet geliştirmeye olan katkısının önemini gösteriyor.
Hakan Özkahya, inşaat teknikeriydi.
İşsizdi. Sivaslıydı Hakan. Bekardı. 30 yaşındaydı. Para kazanıp bir hayat kurması gerekiyordu. Bir gün tesisat teknikerliği işi buldu.
- "Nerede?" diye sordu.
- "Sibirya'da" dediler.
Rusya'nın en doğusunda, buzlar üzerine kurulmuş Anadir'de ihale alan bir Türk firmasında çalışacaktı. Kabul etti. Anadir'de çalışma koşulları çok ağırdı. Isı - 40 dereceydi. Kış 9 ay sürüyor, 3 ay gece olmuyordu. Rus işçiler haftada 6 gün, günde 8 saat çalışarak 1000 dolar alırken, Türk işçiler o para için haftada 7 gün, günde 14 saat çalışmak zorundaydı. Ayda sadece 1 gün izin vardı. Yılmadı, çalıştı. Tekniker olarak işçilerden daha fazla kazanıyor, ayda 1500 dolar biriktirebiliyordu. Ama Sibirya'da, soğukta oksijensizlikten ciğerler büyüyor, ciddi sağlık sorunları baş gösteriyordu.
2 yılın sonunda Türkiye'ye döndü. Sivas'ta iş kurmak istiyordu. Olmadı. Biriktirdiği paranın bir kısmı hasta olan annesiyle babasının tedavisine gitti. O da İstanbul'a yerleşmeye karar verdi.
Orada bir ev alacak, iş bulacak ve aile kuracaktı. Lakin biriktirdiği para, İstanbul'da ev almaya da yetmedi. İş de yoktu. Yine bir gurbet işi bulabildi Hakan. Afganistan'daki Amerikan askeri kampında iş alan bir Türk şirketi eleman arıyordu. Bavulu toplayıp bu kez Afgan yollarına düştü. Kutuplardan çöllere savrulmuştu. Herat'ta kuruluydu şantiye.
Koşullar felaketti. Çalışanlar sobasız hangarlarda yerde yatıyordu.
Yetersiz besleniyor, üşüyorlardı. Ayda 700 dolar içindi bunca eziyet. 3 ayın sonunda tedavi için izin aldı Hakan. En ucuz hava yolu şirketinden Türkiye'ye kestirdi biletini. Uçağı geçen hafta Herat'tan havalandı.
Kâbil'e yaklaşırken 104 yolcusuyla düştü. Hakan'ın cesedi Kâbil'in doğusundaki bir karlı dağda bulundu. Okuyup "Vah vah" deyip geçtiğimiz haberlerin arkasında yürek burkan insan hikayeleri gizli. Sadece insan hikayeleri de değil; "döviz geliyor" diye gurbette işçilerinin denetimsiz, sefil şartlarda çalışmasına göz yuman bir ülkenin, ucuz işçilik sayesinde ihale alıp hiç gidip görmediği coğrafyalarda çalışanlarını köle gibi çalıştıran şirket patronlarının, ucuza daha çok adam taşıyabilmek için bakım harcamalarından kısan "uçan tabutlar"ın, bu uçak firmalarını ve işçileri perişan eden şirketleri uyarmayan elçiliklerin, kendi canları pahasına kazanılmış başarı haberlerinde hiç adları geçmeyip ancak kazada can verdiklerinde haber olabilen, kurtulduğunda ise kazandığını sağlık harcamalarına döken "Allah'a emanet" yüz binlerce işçinin, mühendisin, teknisyenin ve Anadolu'da onları bekleyen acılı yüreklerin de hikayesi bu.
Bu ülkenin çocukları, yaban elde karın tokluğuna çalışan işçiler, ırkçılar tarafından linç edilmiş gurbetçiler, savaş bölgesinde katledilmiş kamyoncular, dönüş uçağında, ikinci sınıf yolcu olmaktan ne zaman kurtulacak?
İnsanlar dostlukları kolay kazanır çabuk kaybederler. Pişmanlıkları ise uzun zaman sürer. Bizlerde inşallah aynı hataları yapmayız. Sevgi mayasıyla yoğrulmuş insanlar olalım.
Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış.
Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş.
Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini. Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş.
Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen Yaşlı adam:
- "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş.
Zengin bir iş adamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle.
Birden siniri geçiveren ihtiyar:
- "Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı iş adamı terzinin yanına yaklaşıp:
- "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun.
İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, Terzi:
- "Hayır, teşekkür ederim.
Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş.
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş. Yaşlı adam:
- "Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye sormuş. Gencin:
- "Ben terziyim" yanıtını alınca yaşlı adam:
- "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever Yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş.
Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada Yaşlı iş adamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkan önce kocaman bir moda evine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış.
Terzi artık "ünlü iş adamı" diye anılır olmuş. Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra Yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş.
Hemen bir ambulans çağrılarak hastaneye kaldırılmış. Yeni iş adamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü Yaşlı adamı ziyarete gidememiş. Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından Yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış. Fabrikasını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla Yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş ve başlamış anlatmaya:
- "Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona:
- "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş.
Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Oduncu şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş. Arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın."
Моsеs Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. Моsеs Mendelssohn, günün birinde Hamburg'da yaşayan bir işAdamını ziyarete gitti. İşAdamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Моsеs, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu.
Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ayrılma zamanı geldiğinde Моsеs, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesüretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliğişöylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne batmamaktaki direnci, Моsеs'ı çok üzdü. Güçlükle bağırabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu:
" Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi " Elbette"
Diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Моsеs'ın yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu:
"Peki ya siz?" dedi. "Siz inanır mısınız buna?"
Moses bir an bile durakşamadı:
" Evet, ben de inanırım"
Dedi ve ekledi:
"Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı, onun evleneceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da, benim evleneceğim kız belirlenmiş ve bana 'Senin karın kambur olacak' demiş. O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı'dan. Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap'
Demişim. "Моsеs' ın bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzaatıp, Моsеs' ın elini tuttu. Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu. Bu anlattığımız bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
Kiza bir partide rastlamisti. Harika birşeydi. O gün pesinde o kadar delikanlı vardı ki. Partinin sonunda kizi kahve içmeye davet etti. Kiz parti boyu dikkatini çekmeyen oglanin davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlik gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki sirin kafeye oturdular. Delikanlışöyle heyecanliydi ki, kalbinin çarpmasindan konusamiyordu. Onun bu hali kizin da huzurunu kaçirdi. "Ben artik gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsınu çağırdi. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi. "Kahveme koymak için. "Yan masalardan bile saskin yüzler delikanlıya bakti. Kahveye tuz!. Delikanlı kipkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kiz, merakla " garip bir agiz tadiniz var" dedi. Delikanlı anlatti:
"Çocukken deniz kenarında yaşardik. Hep deniz kenarında ve denizde oynardim. Denizin tuzlu suyunun tadi agzimdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadi çok sevdim. Kahveme tuz kolmam bundan. Ne zaman o tuzlu tadi dilimde hissetsem, çocuklugumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatirliyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. onları ve evimişöyle özlüyorum ki. "Bunlari söylerken gözleri nemlenmisti delikanlınin. Kiz dinlediklerinden çok duygulanmisti. Içini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmaliydi. Evini düşünen, evini arayan, evini sakinan biri. Ev duyusu olan biri. Kiz da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydi. Çocuklugu gibi. O da ailesini anlatti. Çok sirin bir sohbet olmüstu. tatlı ve sicak. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel baslangici olmüstu tabii. Bulusmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yasadilar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasik tuz koydu, hayat boyu. Onun şöyle sevdiğini biliyordu çünkü. 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup birakmisti sevgili karisina. şöyle diyordu, satırlarında. "Sevgilim, bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımizi bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim. Tuzlu kahvede. İlk bulüstugumuz günü hatirliyor musun?. Şöyle heyecanli ve gergindim ki, seker diyecekken 'Tuz' çikti agzimdan. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandim ki, yalanla devam ettim. Bu yalanin bizim ilişkimizin Temeli olacagi hiç aklima gelmemisti. Sana gerçegi anlatmayi defalarca düşündüm. Ama her defasinda korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artik korİmam için hiçbir sebep yok. Iste gerçek. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat. Ama seni tanidiğim andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pismanlik duymadan. Seninle olmak hayatımin en büyük mutlulugu idi ve ben bu mutlulugu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herseyi yeniden Yaşamak, seni yeniden tanimak ve bütün hayatımi yeniden seninle geçirmek isterim, İkinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da. "Yaşlı kadının gözyaslari mektubu sirilsiklam islatti. Lafi açildiğinda birgün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu. Gözleri nemlendi kadının. "Çok tatli!. " dedi.
Kıyafetinden hayli varlıklı bir aileden geldigi belli küçük kız, avucundaki para destesini sımsıkı tutarak rafları inceliyordu. Burası kentin en büyük oyuncak magazasıydı. aranan herşeyin bulundugu, bitmez tükenmez raf koridorlarının bulundugu magazalardan biri. Rafların arasındaBöylece gezinirken, reyonların birinde kalakaldı. Muhteşem bir bebekti bu. Dünya güzeli yüzlü ve ipek kadife elbiseli muhteşem bebek. babasına döndü, bebeği işaret etti. "Avucundaki para yeter mi?"babası, başı ile " Evet"
Dercesine olumlu bir hareket yaptı. bebeği kucakladı ve koridoru takip ederek kasaya dogru yürüdü. Tam bu sırada tıpkı kendisi gibi, babası ile alışverişe çıkmış bir küçük çocuk gördü. Kısa pantolonluydu, gömlegi iyice eskimişti. Çocugun elinde birkaç dolar vardı. Raftaki oyunlardan birinin önünde heyacanla durdu. "İşte istedigim bu baba!" diye çıglık attı, avucunu gösterdi:
"Yeter mi?"babasının gözleri yere dogru eğilirken, başı "yetmez"işareti verdi. Çocuk, avucundaki parayı baktı.
Oyunu raf yerine koydu. babasının elini tuttu ve koridorun ucuna dogru yürüdü, boyama kitaplarının olduğu rafa. Küçük kız kucagındaki bebege bi daha baktı. Sonra çocugun seçtigi oyuna döndü. bebeği götürüp yerine koydu. Oyunu eline aldı. "Yeterli param var mı baba?" dedi. babası yine "
Evet" dercesine başını salladı. Kasaya gittiler, parayı ödediler. Küçük kız kasadaki adama biriyler fısıldadı. Kız ve babası, geriye çekilip beklemeye başladılar. Az sonra oglan ve babası, ellerinde bir boyama kitabı ile kasaya geldiler. Kasiyer:
"Kutlarım sizi" dedi heyecanla;
"Bugünün bininci müşterisi olarak bir armagan kazandınız. "Ve oyun kutusunu küçük çocuga uzattı. " Harika!"
Diye çıglık attı çocuk:
"Baba bu benim en çok istedigim şeydi biliyorsun. "
Baba ogul, sevinç içinde dükkanı terkederken, içeride kalan baba:
"Ne kadar cömertsin kızım"
Dedi, "Sana bunu yapma kaçırını verdiren ne?"
"Baba. Annemle birlikte bana bu parayı verdikten sonra "Seni ençok mutlu edecek şeyi al"
Demediniz mi?"
"Tabiişöyle dedik, tatlım!. "
"Bende aynen öyle yaptım baba. Şuanda ne kadar mutlu olduğumu biliyor musun?"
Kasabanın doğusunda, kıranlık, sisli ormanın içinde tiz bir çığlık yankılandı. Bardaki erkekler dışarı çıkıp ormana doğru baktılar. İçlerinden bazıları çığlığın geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Gençlikleri ve içtikleri bira bunu yapacak cesüreti onlara vermişti. Koyu kıranlık, rutubetli, tekin olmayan gecede ıssız ormana daldılar. Bir kadın yerde baygın yatıyordu. Kadının niçin bayıldığı bir bakışta anlaşılıyordu. Ormanda bir şey bulmuştu. Kanlı bir ağaç gövdesinin önünde, yerde kımıltısız yatan bir şey. Bu şeyi gördüklerinde, ormana koşarak gelen cesur erkeklerden biri kendinden geçip yere yığıldı. İçlerinden bir tanesi elleşöyle yüzünü örttü. Bir diğeri bir ağaç gövdesine tutunup yere doğru eğildi ve zemini kaplayan ölü sonbahar yapraklarının üzerine kustu. Hepsi dehşete düşmüştü. Ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlardı. Gecenin içinde bir puhu kuşu birdenbire öttü ve hepsi korkuyla irkildi. Buldukları şey bir bebek cesediydi. Vahşice öldürülmüştü. Katil, yavrunun ölü bedenine hiç saygı göstermemişti. Berbat etmişti ölüyü. Sivri ağaç dalları ve diğer söyler.
Ağacın gövdesinde bazı deri parçaları vardı. Kasaba halkı ertesi gün kasaba meydanında büyük bir toplantı düzenledi. Bebeği öldüren bu zalim, bu gaddar, bu barbar katil derHalıyakalanmalı ve işkenceler yapılarak, yakılarak öldürülmeliydi. fakat suçluyu nasıl bulacaklardı? Kimsenin bir fikri yoktu. Şimdilik, her gece kasabanın çevresinde nöbet tutulması, araştırmayı yürütmek için başkanlığını hakimle rahibin birlikte yürüteceği bir komite kurulması ve kadınlarla çocukların belli bir saatten sonra tek başlarına sokağa çıkmalarının yasaklanmasında karar kılındı. Belediye başkanı ateşli bir konuşma yaptı. Kurbanın ailesi intikaç istiyordu. Bebeğin annesi üzüntüsünden hasta olmuş, yataklara düşmüştü. Bebeğin babasının saçları bir gecede ağarmıştı. Küçük oğlunun ölü, parçalanmış bedenini ayık kafayla görmüştü adam. İntikaç istiyordu.
Kaç istiyordu. İkinci bebek ilkinin bulunduğu günden bir hafta sonra kayboldu. Kaybolan, nalbantın iki aylık torunuydu. Biri öğle vakti adamın evine girip çocuğu kaçırmıştı. Küçük kızın annesi o sırada su almak için kuyunun başına gitmişti. Döndüğünde beşik boştu. Çocuğun cesedini sekiz ayrı yerde buldular: Kilise, bir ahır, meyhanenin kapısının önü, belediye binasının önü ve orman. Parçalar farklı günlerde bulundu. Katil hergün bir parçayı kasabadaki belirli bir noktaya bırakıyordu. İnsanlar korku ve paranoya içinde yaşamaya başlamışlardı.
Her an her yerde karşılarına zavallı bir küçüğün bedeninden arta kalan kanlı bir et parçası çıkabilirdi. Çoğu bu yüzden korkunç kabuslar gördü.
Artık bu gidişe bir son verilmesi görekiyordu. Anneler çocukları için korkmaya başlamışlardı. İnsanlar diken üzerindeydi. Geceleri sokaklar bomboş kalıyordu. Meyhaneye bile yalnızca bir iki eski müdavim, bir iki ayyaş ve bir de ‘hiçbir şeyden korkmayan' ‘cesur' gençler geliyordu.
Fakat kasaba halkı korku ve tedirginlikten çok öfke ve nefret duyuyordu.
Katil ne yapıp edip bulunmalıydı. Bir cadı avı başladı. Katilin bir cadı olabileceği ihtimali zaten daha en başından beri gözönünde tutuluyordu. Bunun resmiyet kazanması ve adının konmasıysa nöbetçilerin bazı ipuçları, şehrin dört bir yanına dağılmış bazı gizemli işaretler bulmasından sonra oldu. Önce bir ahırda esrarengiz bir çömlek bulundu.
Bu çömlek, içinde bazı bitkilerin dövülerek ezilmesinde kullanılmıştı.
Çömleği bulan nöbetçi onu kokladıktan sonra derin bir uykuya dalmıştı.
Doktorun ve rahibin adamı uyandırmak için harcadığı tüm çabalar boşa gitti. genç adam komadaydı. Ağaç dallarında esrarengiz ipler bulunmaya başlandı. Hiç kimse bu ipleri çözmeye cesaret edemedi. Kasabanın çevresinde, dört bir yanda ağaçlara bu ipler düğümlenmişti. Kasabadaki fare ve sıçan nüfusunda gözle görülür bir artış olmuştu. Sıçanlar ürünü talan ediyor, eşyaları kemiriyor, hatta küçük hayvanları öldürüyorlardı.
Küçük hayvan ölülerine kasabanın her yerinde rastlanıyordu. Bunların tümünün sıçanlar tarafından öldürülmediği de belliydi. Bir sabah bir belediye görevlisi işe gitmek için kasaba meydanından geçerken meydanın tam ortasındaki bir şey dikkatini çekti. Yanına yaklaştığında bunun, birbiri ardına konulan taşlarla yere çizilmiş tuhaf bir şekil olduğunu gördü. En sonunda, ilk cesedin bulunuşundan tam iki hafta sonra küçük bir kız çocuğunun daha kaybolması bardağı taşaran son damla oldu. Bu küçük kız hiçbir zaman bulunamayacaktı. Kasaba halkı o gece yine meydanda toplandı. Çok sıkı önlemler alınması karara bağlandı. İnsanlar çocuklarını asla yalnız bırakmayacaklardı. Tüm evlerde arama yapılacaktı. Şüphelenilen herkes gözaltına alınıp sorgulanacaktı.
Komiteye bu konuda geniş yetkiler tanındı. Komitenin emrindeki askerlere karşı koyan herhangi biri zor kullanılarak yakalanacak, kaçmaya çalışan olursa emir beklemeden vurulacaktı. Bir gün sonra araştırmalar başladı.
Bütün evler didik didik aranıyor, genç erkekler ve kızlar sorguya çekiliyordu. Şehrin saygın ailelerinden ve asillerden pek fazla gözaltına alınan olmadı. Yalnızca genç olanları mahkeme salonunda sorguya götürüp, zararsız bir iki soru sorduktan sonra serbest bırakıyorlardı. Hakimin, rahibin ve belediye başkanının evleri aranmadı bile. Öte yandan, yoksul halkın arasından oldukça Yaşlı olmalarına rağmen gözaltına alınanlar olmuştu. Bunların başında da yabancılar geliyordu. Kasaba halkından olmayanlar. Yaşlı bir dilenci kadın. Gece gündüz içen bir ayyaş. İşsiz güçsüz bir adam. Kasabanın delileri. Kör bir çalgıcı. Sorguların başlamasından sekiz, ilk cesedin bulunmasından tam yirmi üç gün sonra katil bulundu. Katil, bir avukatın evinde çalışan genç, sarışın bir hizmetçi kızdı. Her şeyi itiraf etti. Zaten uzunca bir süredir bu kızla ilgili pek çok söylenti dolaşıyordu. Arkadaşları hizmetçi kızı uçarken gördüklerine yemin ediyorlardı. Odasında esrarengiz kitaplar bulundu. Bunların çoğu din dışı, müstehcen söylerdi.
Bazı kitapların içinde büyü tarifi olduğunu sandıkları bazı tarifler de vardı. genç cadı çocukları nasıl öldürdüğünü anlattı. Kasabada görülen tüm tuhaf işaretlerden de o sorumluydu. Ağaçlardaki düğümler, kasaba meydanındaki lanetli taşlar, küçük hayvan ölüleri, hepsi onun eseriydi.
Neden şöyle bir şey yaptığını sorduklarında yüzünde esrarlı bir gülümseme belirdi. Cevap vermedi. O an hakim kendini tutmasa bu genç kızı boğazlayıp öldürebilirdi. En şüpheci olanların bile bu kızı tanıyan diğer hizmetçi kızlardan herhangi biriyle konuştuktan sonra katilin o olduğuna dair en ufak bir şüphesi dahi kalmıyordu. Bu yoksul ve dürüst kızlar onun bir cadı olduğuna ve onu uçarken, geceyi renklere bürüyüp havada yüzerken gördüklerine İncil'e ellerini basıp yemin ediyorlardı.
Gözlerinde korku dolu bir bakış vardı. Doğruyu söyledikleri her hallerinden belliydi. Cadının odasında tuhaf bitkiler bulundu. Bunlardan birini koklayan genç bir asker bayıldı. Arkadaşlarının onu uyandırma girişimleri sonuçsuz kaldı. Ahırda çömleği bulan genç nöbetçinin daldığı uykunun aynıydı bu! Bu kanıt, geride kalan son şüpheleri de sildi.
Datura stramonium. Cadının bahçesinde buldukları çiçeğin adı işte buydu.
Kızın kendi gibi güzel. Zehirli, lanetli, gaddar! Bu lanetli çiçeği bir meşaşöyle tutuşturup yaktılar. Onu yetiştiren cadıyı da aynı son beklemekteydi! O gün kasaba meydanı bir bayram yeri gibiydi. Sonunda adalet yerini buluyordu. Zavallı bebeklerin hain katili, bu zalim, bu adi şıllık, cehenneme gidecekti! İntikaç günüydü bugün! Kardeşlerim.
Hallelujah! Tek bir endişeleri vardı. Tek bir korkuları. Bu cadının bir büyü yapıp ellerinden kurtulması. İplerini çözüverip, uçup gitmesi.
Hakkın yerini buİmaması. Ve bu lanetin sürmesi. Rahip cellatlara şöyle tembih etmişti:
"Cadının gözlerine bakmayın. Sizi büyüler ve siz de ona acımaya başlarsınız. "
"Sakın gözlerine bakmayın!"Korktukları tek şey buydu. Olan da bu oldu! Cadı, o gün onun idam edilişini seyretmek için toplanmış bulunan kalabalığın gözleri önünde uçup gitti ve gözden kayboldu: Hizmetçi kızı. Yaktılar! Küle döndü kız. Bedeninden arta kalan kül, rüzgarla havaya savruldu. Ve uçup gitti. Saatlerce süren işkencenin ardından, cellat meşaleyi yakmış ve saman yığınını ateşe vermişti. Hizmetçi kız oracıkta çığlık çığlığa can verdi. Halkın zafer nidaları ve haykırışlar alacakıranlığı doldurdu. Sonunda bitmişti!
Kurtulmuşlardı! O musibet, o illet şey, o cehennem kaçkını yaratık artık bir daha asla onları rahatsız edemeyecekti. Masum bebeklerin kanına göremeyecekti. Gitmişti. Hakimin ve askerlerin çevresini saran halk, delice onların lehine tezahüratlar yapıyor, onları alkışlıyor ve kutluyordu. fakat hakim ve mahkeme aslına bakılırsaşöyle çok da büyük bir başarı göstermiş sayılmazdı. Sonuçta üç küçük çocuk öldürülmüş ve iki genç asker de lanetli bir uykuya dalmıştı. Ayrıca hizmetçi kız da aslında masumdu! Sorgulama sırasında her şeyi, işkenceye bir son versinler diye itiraf etmişti. O gün şehir meydanında genç ve masum bir kızı yaktılar! Sonra da onun küllerinin doldurduğu havayı içlerine çekip "Adalet!"diye haykırdılar. Dünya'nın her yerinde. Yaptıkları hala budur. Not: Katil rahipti.
Karlı bir kış günüymüş. Yağan kardan üşümüş küçük kırlangıç, yalnız bir adamın penceresinin dışına gelip gagasıyla camı tıkırdatmış. Adeta adamın onun içeri girmesine müsaade etmesini istemiş. Yalnız adam bu isteği görmüş:
- "Olmaz alamam, giт başımdan" der gibi kuşu kovalamış, sonra da kendi kendine söylenmiş:
- "Hıh, camı tıkırdatmakla kendisini içeri alacağımı mı sanıyor acaba?" Gecenin ilerleyen saatlerinde canı sıkılmış, rüzgar ve soğuk arttıkça yalnız adamı daha başka düşünceler sarmış, kırlangıcın arkadaşlığını geri tepmekten biraz pişmanlık duymuş.
- "Keşke kuşu içeri alsaydım. Ona biraz yiyecek verirdim. Minik kuş oradan oraya uçar, neşeli sesler çıkartır, cıvıldar, yalnızlığımı paylaşırdı" demiş. Ertesi sabah ilk iş pencereyi açıp, etrafına bakınmış adam, belki kırlangıç oralarda bir yerlerde olabilir diye düşünmüş. Ama görememiş zavallı kırlangıcı. Uzun kış geçmiş, yine yaz gelmiş. Etrafta kırlangıçlar, cıvıldıyarak uçmaya başlayınca, yalnız adam, heyecanla camını sonuna kadar açıp kuşu beklemiş. Ama hiç gelen olmamış. Onun hevesle havada uçan kuşlara baktığını gören komşusu hikayeyi öğrenince hafif buruk bir sesle:
- "Sevgili komşum, anlaşılan sen kırlangıçların sadece 6 aylık bir ömürleri olduğunu bilmiyordun?"
Demiş. Bunu işiten yalnız adam çok üzülmüş ama üzülmek için de artık geç kaldığını anlamış.
Dikkatli olun. Farkında olun. Kendinize bir sorun.
Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız? Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar size sunulan bir dostluğu. Hayatta bazı fırsatlar vardır ki, sadece bir kez karşımıza çıkar. Değerini bilemezsek kaçıp giderler ve asla geri gelmezler.
Karakurbağa yirmiyedi ocak gecesi şehrin kuzey yakasındaki evini terkedip gitti. O gece şehirdökülür, karakurbağanın neden vıraklamadığını düşünüyorlardı. Şehre doğru vıraklayan kurbağa göçmeye karar verdiği gün susmak zorunda kalmıştı.
Yosun yatağını, ıvır zıvır eşyaları toparlayarak nehir kıyısına yüzdü.
Büyükçe bir nilüfer yaprağına veda mektubunu yazdı. Yirmisekiz ocak sabahı, meraklı birkaç adam kurbağayı aramak için yola koyuldular.
Adamlardan biri su ürünleri uzmanıydı. Diğeri tankerlerle evlere su taşıyan bir firmanın sahibi. Bir diğeri de çevreyi koruma derneği kurucu üyesi. Karakurbağanın veda mektubu şehrin büyük meydanında halka karşı okundu. Herkes gözyaşları içinde çılgınca alkış tuttu. Müzeler genel müdürü bu kıymetli bir vesikadır diyerek mektuba el koydu. Onu büyük bir cam fanus içinde turistlere göstermek istiyordu. Hiçkimse ama hiçkimse kurbağanın nereye gittiğini merak etmemişti. Çirkin, zavallı ve kaygan karakurbağa kimin umurundaydı. Yıllar sonra mavı gözlü bir çocuk, müzeyi gezerken veda mektubunu gördü. babasına nilüfer yaprağının niçin müzeye konulduğunu sordu. Baba, o bir mektuptur dedi. Karakurbağanın göçünü anlatıyor. Okursan daha iyi anlarsın. Mavi gözlü çocuk mektuba eğildi ve okumaya başladı ;"Bana şehre doğru vıraklayan kurbağa adını siz verdiniz. Yıllar var ki nehrimi kirletmemeniz için haykırıyorum. Artık evimi terketmek zorundayım. size yalnızlığı, kirletilmiş güzellikleri ve sun'i alışkanlıklarınızı bırakıyorum. İçimde saklı kalan binlerce satır var. Vıraklamak nedir?ilemezsiniz. Bizim de gönlümüzce ağlamaya, anlamaya, yaşamaya hakkımız var. Bunu bilemezsiniz. Ben sizin halinize ağlamıyorum. Evimi terkedeceğim, onun için üzülüyorum. Bu nehrin anlamı, yosun bağlamış kurbağa yuvalarında saklıdır. Sizin gözleriniz mavi. Ama benim nehrim kahverengiye çalıyor. İçinizde bir kurbağa barındıramayacak kadar küçüldünüz. Nehir akıp giden bir yoldur. Asırlar bu yolu izliyor atalarımızı Yosun bahçelerinde büyüyor çocuklarımızı Kirli nehir, solmuş beyaz bir gül gibi dağılır gider. Siz hiç güneşin misafir olmadığı kıranlık bir yuvada yaşamak ister misiniz? Ben istemem Yine de ağlamayacağım. İçinizdeki nehirleri soldurmuşsunuz, benim nehrim solmuş ne çıkar. Mavi gözlü çocuğun içi burkulmuş, gözleri dolu dolu olmuştu. babasına döndü sorular sormaya başladı ; İçimizdeki nehrin anlamını öğrenmek istiyordu. Bütün ısrarlarına rağmen baba, soruları cevapsız bıraktı. Doğrusu ne diyeceğini bilememişti. Mavi gözlü çocuk karakurbağanın neden göçtüğünü anlamak istiyordu. söylemek istediği önemli düşünceleri vardı. Son bir kez daha babasına döndü ve"içimdeki nehrin kurumasını istemiyorum" dedi. Hem hiç bir kurbağa nehrini terketmesin. Ya da benim gözlerim mavi olmasın.
Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi.
Çocukluğunun geçtiği ikikatlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı. Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi. gölgeyi sever menekşelerderdi. Oysa ögretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara. Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı. Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi, her bitki güneşi severken, onlar nedengölgeyi tercih ediyorlar diye düşündü durdu Hande.
Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler bu yüzden bu kadar güzeldi. Herkesden farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı. Daha o yıllarda farklı olmak için uğras vermeye başladı. ilk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer'in yanına oturmak istiyorum ögretmenim diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Ögretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande' yi. Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın diye öğretmen Hande'nin annesini çağırdı. Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu :
- Neden yavrum Hacer in yanına oturmak istiyorsun? Hande cevap verdi :
- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum, dedi.
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4. sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak - peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin, " dedi. Pazartesi Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer. Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlarda soğumuştu Hande'den. Nasıl Hacer gibidağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti. En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her hafta sonu görüşüyorlar, Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu. Birgün Hande ve ailesi Esinlerle dağ söylerinden birinde gerçekleştiriçecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu. İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu. Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede ağlıyordu? Yoksa aptal mıydı?Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılİmaması görekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konusmuyordu. Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kaç atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresinde ki saksıya gözü ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç sevmezlerdi eve dogru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti bu Hacerdi. Hande'ye gülümsüyordu. - Hoşgeldin Hande buyurmaz mısın?, dedi. Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası her yeri ısıtmıştı. Menekşeler diyebildi sadece Hande. - Bu soğukta? Hacer gülümsedi ; - Onlar annem için, annem onları çok sever. Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande. "Annen hasta mı?" dedi. " Evet 2 sene önce felç oldu ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok, birtek ineğimiz var onunla geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor, dedi Hacer utanarak. Bir de bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o yüzden de çok yorgun okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum. Hande'nin gözleri dolmuştu.
Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu. Bir müddet sonra anne bu Hacer diye tanıştırdı sıra arkadaşını. Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını, ağlayarak. "Bir şeyler yapalım anne" dedi. O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handeler den okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal.
Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem hayatı. Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir ögretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de ögretiyor. Bir kızı var adı, Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande. LÜTFEN SEVGiNiZE ÖNYARGI KOYMAYIN.
Herşey sevinceye kadar farklidir sevdikten sonra ise sevginin dili hep aynidir