Sabah seni yine rüyamda görmüş olmanın sevinşöyle uyandım. Rüyamın etkisiyle evin içinde dolaştım bir süre; ne yapacağını bilmeyen bir serçe misali. Her zamanki gibi detayları hatırlamak için uğraştım saatlerce. Ne olmuştu o asır gibi gelen ama bilimsel açıklamasında 5 - 6 saniye olduğu şöylenen rüyada. Bir bulmacanın bir yap bozun parçalarını birleştirircesine ayrıntıları inceledim. Ortaya yine bin bir çeşit anlama gelecek şeyler çıkmıştı. Korku, endişe, sevinç, mutluluk tam bir kozmopolitik yapı ama ayrıntılardan ziyade senin o rüyada olman yetiyordu bana. Kendime ancak yüzüme çarpan soğuk su ile geldim. Akabininde evde hayalet gibi dolaşıyordum. Aynada kendimi seyrettim uzun uzun. Ayna bir oyun mu oynuyordu bana yoksa aynadaki akis gerçekten ben miydim? Bir hortlağa benzemiş çökmüş yüz benim miydi?
İki gündür evden hiç çıkmadığımı hatırladım. Stajım vardı, işlerim vardı ben ise evdeydim. İki gün kocaman iki günü düşünerek geçirdim özellikle seni ve bizi. Dört duvar arasında, iki gün, dört duvar sen ve ben. Yavaş yavaş hatırladım o iki günü. Birkaç kere kapı çalmıştı ama aİmamıştım oysa annemler elektrikçi, sucu, doğalgazcı bilumum fatura sayarın geleceğini onlara kapıyı aİmam gerektiğini gittiklerinin son dakikasına kadar tekrarlamıştı. O kadar ısrar etmişlerdi ki "sende gel herkes çok özlemiş seni görmek istiyor "benim ise ağzımdan çıkar üç kelime. Stajım var gelemem. ama şimdi evdeydim hem de iki gündür. Sahi ev telefonunun neden hiç sesi soluğu çıİmamıştı, ya baran olsun hiç susmayan, her çalışında beni yerimden fırlatan cep telefonuna ne olmuştu? Aslında belki yüzlerce kez çalmıştı ama beklediğim melodi bir türlü çalmıyordu. Herkes aradı; senelerdir beni aramayan teyze çocukları bile aradı "niye gelmedin" diye bir sen aramadın. Belki de ilk kez soğuk Kenya gecelerini özlediğimi fark ettim. O ismi her anıldığında içimde bin bir nefret uyanan Kenya'yı özlemiştim, o iki sene boyunca daha önce hiç yaşamadığım acıları, ihanetleri, nefreti bana yaşatan Kenya'yı özlemiştim. O soğuk şehirler arası yolculuğu özlemiştim, ucunda annem babam kokanı değil İsmini bile hep farklı telaffuz ettiğim Konya'ya olanını. Neydi bu kaçırınefretin sebebi. , bir şehirden neden nefret edilirdi ve neden sonradan nefret edilen bu şehre özlem doğardı:
Üniversiteye girmek iki seneyi almıştı. Bin bir çeşit planlar yaparak en sonun da herkesin kaçtığı o kadim şehre ben gitmiştim kararlıydım kaçmayacaktım. O şehrin sokaklarında bir toz bulutuydu yaşamak. Namus metre ile alınır fazilet kilo ile satılırdı. Sabahları yalan girerdi pencerelerden güneşten önce. Dev arenalara benzeyen sokakları kaç ve zulum kokardı. Gece olunca duvarlar utanırdı duvarlığından, eller ve ayaklar bütün gece öğrenci evlerinde yıkanmayı bekleyen kirli bulaşıklar gibi beklerdi sabahı. Bir semtinde amonyak içki kokuları diğer bir semtinde parfüm kokuları karışırdı havaya. Daha ilk aylardan başladı nefret ve ihanet. İlklerin değeri çoktur; ilk korku, ilk yürüyüş, ilk ağlayış, ilk isyan, ilk nefret, ilk öç alma isteği, ilk ihanet ve daha sayamadığım bir sürü ilki yaşattı o şehir bana. Sadece kin, nefret değil sevgiyi de, tecrübeleri de, mutluluğu da yaşattı ama sanki zamanla yapılan her zamanki pazarlıkla almak istiyordu görünmez bir güç elimden her şeyi. İlk Kenya da kapanmıştım eve. Haftalarca bir hayalet misali dört duvar, dört gün, dört ay, dört asır ve ben. Sonra alınan reformlar yeni kurallar yeni bir ben ve yeni bir yaşam. Bunların hemen akabininde karşımdaki sen. Her şeye baştan başlamak seninle. Belki de benzer yazgılara sahip iki kişinin buluştuğu bir kavşakta buluştuk. Kadere pek inaİmam bilirsin ama belki de uzun zamandır yürekten demediğim bir söz "belki de kader buluşturdu bizi". Üç ay; Mayısı Nisana bağlayan bir gecede beraberdik Hazaranı Temmuza bağlayan bir gecede ayrı düşüyorduk.
Bu yeni kurduğum yaşamdaki ilklerden biriydi; ilk ayrılış. İşte o gün yüreğime bir sancı saplandı, ilklerin önemi. Kafamda bin bir çeşit endişöyle yolladım seni Kenya'nın o soğuk ve şehirler arası terminalinden senin sıcak şehrine. Çok değil bir saat sonra bende yolcuydum ama daha o zaman bir acı belirdi içimde; sensiz geçen bir saat. Senle başladığım yeni bir yaşam bu yaşamda seni en tepeye oturİmam ve bunu yürekten yapıp sana da göstermem. Belki de sana kısa gelen üç aylık zaman sonunda bile bana acı çektiren sensiz bir saat. İlk mola yerinde senden gelen o sıcak ses; benden bir saat önce burada oluşun.
Şehre duyduğum özlem sendendi, nefret ise hala içimde gizli. Yangının deliren avuçlarında mavi bir sıçrayıştı ayrılık, bağırmak ne ki sahibini arıyordu yürek. Kurmalı bir saati andıran hayatın ilerleyen tik taklarında geliyordum kendime. Beklediğim istediğim çok fazla şeyler miydi? Yapılması imkansız mıydı? Oysa senle yapılan saatlercelik sohbetlerde edilen cümleler hep ortaktı, istekler beklentiler hep aynıydı, korkular benzerdi. Peki ama neden pratiği farklıydı. Sevgi fedakarlıktı, ilgiydi ve bunları yaşama uygulamaktı. Başka bir şimdi yoktu. Saatler 12:48'i takvimde 3 ağustosu gösteriyordu. Zaman ne çabuk akıyorduarandevusuna geç kalmış misali. Ne kadar dolu yaşamıştık beraber geçen günleri ve senin hit sözcüğün "anlatsam sana anlatamadıklarımı dökebilsem içimi "peki ne zaman anlatacaktın, beklenen neydi. Neden kendi kendimizle yaptığımız Savaşı hep başkaları kazanıyordu? Neden. ?
Bunların hepsini şu iki güne sığdırmak zordu Beraber geçen zamanın ayrıntılarını iki güne sığdırmak zordu. Ayrılık saaşöyle içimdeki fırtınanın büyümesi çok kısa bir zaman almıştı bu iki günde hep yaptığım dindirmeye çalışmak oldu bu hırçın fırtınayı. Bütün bunları düşünürken kendimi dışarıda buldum hayret iki günün sonunda dışarıdaydım. Artık bedenimin kontrolünü kaybetmiş olmalıydım, kim dayana bilirdi ki bu iki günlük ev hapsine. Bazen iç güdülerimin bedenimi yönetmeye başladığını hissetim. Keşke hep iç güdülerimi dinleye bilsem, mantığı bir kenara bırakıp keşke hep duygularımın peşinden gidebilsem, o keskin bıçağın üzerinde koşabilsem özgürce, o sırat köprüsüne benzer uçurum kenarında oynaya bilsem delice, bağırabilsem seni bir çocuk neşeşöyle. Peki ama nerdesin?. İyi geliyor açık hava. Canlandığını hissediyorum hücrelerimin. Güneş şimdilerde ısıtmıyor eskisi kadar. Heykeldeyim Bursa'nın merkezinde. İnsanlar bir telaştır gidiyor, herkes kaptırmış kendini bir söylere. Vitrinlerin yalancı çekiciliğine bırakıyorum kendimi. Birden sen düşüyorsun aklıma yarın 4 ağustos yani doğum günün, burada olsaydın vitrindeki şu güzel saati alırdım sana. Nerdeyse doğum gününü unutacak kadar seni düşünmüştüm iki gün boyunca. Ne garip değil mi? Hava kararmaya bağlıyor yavaş yavaş. Eve dönme vakti yaklaştı gecenin kıranlığından kaçma vakti geliyor sensiz geçen her saniye ile birlikte. Eve gitmeden önce bir kitap evine giriyorum çok değil kısa bir süre sonra elimde bir kitapla dışarıda buluyorum kendimi. Benim için zaten hep anlamadığım bir ayin olmuştur kitap almak. Bu geceyi de kitap okuyarak devireceğim, tıpkı bir önceki gibi daha önceki gece gibi.
Kendimi kötü hissettiğim her zaman olduğu gibi evime gidip kitaplarıma sığınacağım. Eve doğru yürüyorum ağır adımlarla, insan selinin içinde.
Birden yanımda olman duygusu çöküyor içime. Son zamanlarda bu o kadar çok oluyor ki. Kafamda sen ile eve yollanıyorum. Ben bunlarla uğraşırken galiba o benden habersiz, bak aramadı hiç, sormadı. Peki yürekte hissediyor ama neden uygulamıyor? Düşündükçe sinirlenerek kendime eve varıyorum. Ev tam takır ıpıssız. Duvarlar sanki üstüme üstüme geliyor.
Kendime gelmek için bir kahve yapıyorum. Tam kahvemi almış yeni aldığım kitabımı okumaya başlamışken kapı çalınıyor. Önce açmayı düşünmüyorum tıpkı diğer sefer çalınanlar gibi ama kapının arkasındaki, her kimse karar vermiş içeri girmeye. Şöyle ısrarlı çalıyor ki dayanamıyorum kalkıp yerimden istemeye istemeye kapıya yöneliyorum. Arkadaşlar merak etmişler kaç gündür haber almayınca. onlarda artık biliyor bu sahneyi elimde kahvem kitap dört duvar ve ben. Bilmedikleri ise kafamdaki düşünce sen. Hazırlan hadi çıkıyoruz diyorlar. Kabul ediyorum çaresizce itiraz edecek hali bulamıyorum kendimde. tamam diyorum ama önce yaİmam gereken bir şey var Telefona sarılıyorum seni arıyorum ve uzaktan soğuk bir ses geliyor Efendim.
Kırk Yıllık Dostum Sabahın o muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan olamadım hiç.
Ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden uyanır, her gün şöyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. fakat son iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek için erkenden kalkıyorum.
Saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı uykuda, bir kavgadır bağlıyor:
"Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru kalkarsın, iki rafadan yumurta, sıcak ballı süt, peynir, tereyağı, kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir bardak çayla güzel bir kahvaltı yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş para etmez sayfaları arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin. Ta - til - de - sin!"
"
Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa at kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, köy senin. Doğmakta olan güneş senin. Deniz senin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı, taze serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin.
Tembellik etme. Kalk. Bütün bunların tadına var. "Kısa bir sessizlik olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre. "Tatildesin.
Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı?Şimdi tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün.
Bırak kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği işlesin. Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli bir hızla yuvarlan. Uyu. Uyku alsın götürsün seni. Uykularında olsun bir kez teslim olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!"
"Peki ya Sulhi?"
"Ta - til - de - sin!"Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu saatte müşterisi olmaz. Müşterisi olsun diye açmaz zaten: Kendisi için.
Çiçeklerini sular bir bir. Yeni bir konserve kutusuna birkaç gündür kökü suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol sardunyalar. Rengi artık hiç çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü parmak uçları toprakla kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler, sonra kapının önünü sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz açlığıyla emer suyu. Mis gibi kokaç sabah. Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. Eski, her yanı eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su doldurur. İspirto ocağını yakar. Bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyice karışmalıdır. İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve özenle. Sorunca; "iyi ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır. "
Der. Kahve ve şeker tamamen suya karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar.
Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte köpüklenmesini bekler. O sırada ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum. Çözemiyorum. Biraz sonra dünyanın en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah kahvesi kokusu! Toprak, sabah kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok sık rastlanmayan bir güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir güzellik. Önce kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi ateşe tutar, fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk sigarasının vaktidir şimdi. Mavi - beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir sigara çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir nefes de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir yeri görür gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek elli sekiz yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak, kahrolarak sevinir. Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer. "Uyu.
Tatildesin. "
"Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa. "
"Ta - til - de - sin!"
"Sulhi'nin sabah kahvesini kaçırma!"Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah ile yendim. Ayak seslerimi dinleyerek paket taş döşeli, dar köy sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi ağırlıklarını omuzlarında taşıyan bağımsız ve yalnız adamların gururuyla keyiflendim. Onu dükkanının önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum. Gözlerini uzaklara dikmiş düşünüyordu. Bir teneke kutunun üzerine miden koyup oturdum karşısına.
Bana baktı. Beni gördü. "N'aaber"anlamına göz kırpıp, başını salladı.
"İyidir" gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben orada yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi.
Suskun ve dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı.
Sorunca:
"İnsan susar, varlığı konuşur. " der. Varlıklarımızıkonuştu.
Varoluşumuzun bilincine ve tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara yakıp verdi. Yıllar var birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi'ye yakın oluşum, varlığını duyabilişim tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun yanında hoşnuttum ve şöyle kolay hoşnut oluşumdan huzursuz değildim.
Kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez. Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin tadında. "İnsana insan görek" diye geçti içimden. Bu da yetmedi.
İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın açık kapısından içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en gösterişli dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı yanı vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don Quichote'u pek severim ben. Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü tamamlamış Stüdyoya girdi. Bir zamanlar masa olan bir tahtanın çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi karşıma oturdu. Zarfın içinde kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş, sonra eski bir masa gözüne hapsedilmiş. "Askerliğimi yapmak için geldim buraya ilk kez.
Askerlik bitince de yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü burası; ama güzelliği tanır gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu.
Onu çok severdim. Öldürdüm ve sağlıyorum. Başkası öldürmesin diye.
"Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın kederini aradım. Bulamadım. "Askere gitmeden önce İstanbul'da bir sevgilim vardı. Onunla evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye.
Başkasının mutfağında soluyor şimdi, benimkinde değil. "Sevdiği kızı düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anlamını kavradı mı diye. Hiç inanmadım. "İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. Vesikalık resim çektirdi.
Onun kızıile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye. "Karısının Akdeniz köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken güzeldi herhalde dedim.
Yine de Sulhşöyle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi yeniden dükkana girdi. Küçük, eski "mono"teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört Mevsim yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti; tam benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı.
Havada Rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl ışıl oluverdi. komşu şeylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek çıkageldiler. Yeni doğmuş bebek kucaklarında bir "aile hatırası"çektirdiler. Sulhi o zavallı stüdyosuna aldı onları. Sanki muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını çekiyormuş gibi özenle öne üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan "yeni - anne"nin kucağına verdi.
Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin omuzlarında vakurca dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba, bebek ve annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç içinde teşekkür edip gittiler.
Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları iç içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu.
İzin isteyip kalktım. Sahile indim. Bir sahil kahvesinde çay içtim.
Biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm. Günün kalan kısmı herkesle ve herkesinki gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan.
Bunlar bedenimi dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi'de. Benim gibi sevgililerine - topu topu üç tane zaten - bile çok yakın olİmamış, kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip Yaşlı adamı şöyle çok seviyor oluşu bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle. akşam yemeğinden sonra Sulhi'yi her zamanki sahil lokantasında yakaladım.
Bozuk aransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu. " denizi ve güneşi en erken ve en saatlerinde yaşİmamış olanlar daima ortalama kalacak insanlardır. "Kızcağız anlİmamış, kocaman gözlerle şaşkın, Sulhi'ye bakıyordu. Ben anlattım. Güldü kız. "Bu adam filozof" dedi ve gitti. Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti besbelli. Ben de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz önümüzde simsiyah uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize baktık. Kumların üzerindeki tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne sabırlı bir derinlik, ne anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan paylaşılan dostluk anları. "Büyük oğlumdan mektup aldım bugün.
Hollanda'da gitar çalıyor oğlum. "Baktım. Sesindeki kederi gördüm.
Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından iki oğlunu anımsadım.
Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. "Büyük oğlum bana benzer. Hiç uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!"Yeni bir rakı daha istedi. Canı sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye hayıflandım. O orada, gözleri denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesüret edemedim. Bu ne garip bir adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne olağandışı, inanılmaz güzel, bazen de ne sıradan. İşte şimdi karşımda alkole düşkün, oğlunu özleyen Yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü ailenin soylu fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. "Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. İstanbul'a dönüyoruz" dedim. Başını çevirmeden, buz gibi "İyi ya, yolun açık olsun" dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim kaçtı. Şöyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir köyde geçiren, biraz da içine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi yani? Beni çok özleyeceğini falan mı? Kim bilir o kimlerle karşılaşıyordu her yaz bu köyde. Bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal bir herifim, diye kızdım kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım.
Bir sigara yaktım. Kendimi toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanı başımda oturuyor, dalgın, denizi seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de hiç olmadım! Birden fırladı yerinden. "Eve gidip, biraz da bizim Halime'yi memnun edeyim, anlarsın ya!" dedi. Tanrım ne bayağılık, ne çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım ben? Yine kitaplarda yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin!Oh ne âlâ! Ah bu benim sınır bilm düşçülüğüm. Pansiyonuma ayaklarım sürüklenerek döndüm.
Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle nefes alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde dalgalarla boğuştuk gece boyu. Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş doğmadan yola çıkmalıymışız. Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı söylüyordu arabayı kullanacak arkadaşım. Son bir - iki havlu, diş fırçası ve terliği de çantama attım. Arabanın arka koltuğuna oturdum.
Bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan sırtım ve sabahın erken saatlerinde bir türlü ayılamayışım. En kötüsü Sulhi'nin dün geceki hali.
Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle. Arabamız hareket etti.
"Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın, sabahları güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti. "Sulhi'ye duyduğum yakınlığı başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir haksızlık gibi algılayan arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş sardunyayı ve kirli bir dosya kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış bir notu pis pis sırıtarak uzattı. Umurumda mı sanki, uzaktaki sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı gibi heyecanlandım.
Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım. Buyrun işte, ben adam oİmam! Kağıdı açtım:
"Çiçek dostluk demektir. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Sulhi. "Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi'nin dükkanına geri dönmeye razı ettim. Ama o ne? Neden kapalı bu dükkan?
Halbuki şimdi dükkanının önünü suluyor, sabah kahvesini. Kapıda bana yazdığı mektubun kağıdına benzer bir kirli sayfaya karalanmış bir not asılı:
"SULHİ BUGÜN ÇALIŞMAYACAK. "Yola çıktık. Yol boyunca hep iki cümleyi yineledim kendime: Beni seviyor. Gidişime üzülüyor. Yüreğim kımıl kımıl. Neden şöyleyim ben? İnsanlar, insanlar, insanlar. Kocaman, yayvan bir gülümseme takılı kaldı yüzüme bütün gün. Şimdi oturdum ve bu öyküyü yazdım. Kırk yıllık dostum Sulhi'yi siz de bilin diye.
Sevgilim Seni düşünüyorum, güneşin ışıkları denizden aksedince Seni düşünüyorum, ayın pırıltıları kaynaklara vurunca. Seni düşünüyorum, uzak bir yol üstünde tozlar havalanırken, kıranlık bir gecede, dar bir tahta köprüde bir yolcu ürperirken. Seni düşünüyorum, boğuk uğultularla orda yükselirken dalgalar. Kulak kesilmek için koruluktayım, sık sık her şeyin sustuğu anlar. Uzakta olsan bile ben senin yanındayım, sende yakınımdasın. Güneş batıyor, biraz sonra, beni ışıtacak yıldızlar ne olurdu burda Yanımda olsaydın Abzürd Şiirler Seni istiyorum. Senin bana arkadan vurmani, Benim canımi yakmani, Geceleri zonklatmani. Nerdesin dar ama güzel kosele ayakkabilarim. - - - - - Belini ellerimle kavrayinca, Agzimi ağzına dayayinca, Icime sicak birşey akar. Sevgili cay bardagim. - - - - - Onun uzun sert bedenini avuclarının arasina al Simsiki тuт. Ucunu istekli dudaklarının arasina al, Ve o essiz sivinin ağzına akmasini bekle. Hayatin tadi coca cola. - - - - kıranlikta gozleri isil isildi Yavasca yaklastim Bacaklarını araladim Memelerini avucladim çok heyecanliydim Cunku; . İlk defa inek sagiyordum. - - - - - dün gece seni çok aradim Soguk vucuduma dokunmanişöyle istedim ki. Yataga sensiz ve ciplak girmek zorunda kaldim Nerdeydin benim canım pijamalarım? - - - - - Boynuma surterek Goguslerimin arasindan asagi Kalcamin yanina kadar getirip Yuvasina oturttum. çıkar slak sesi bana guven veriyordu. (Emniyet kemerini sen de tak. ) - - - - Sadece bir delige sokmak yetmiyordu onun icin onemli olan ayn anda ikisine birden vurmakti ince ayarini yapti Önce onundeki delige sonra da arkada ki delige sokmalidi kaçırıni verdi çok heyacanliydi. Nefesini tuttu ve vurdu. Ohh iki delige de sokmustu. arkadaşına dondu ve "bilardoyu ogrende gel". - - - - Dayanlacak gibi degildi mutlaka biraz sarmaliydi, egildi bacaklarının arasindan yavasca suzuldu iste oradaydi, mis gibi kokuyordu mubarek parmaklaryla kıranligi yokladi, bulmustu ve burnunu uzatti kokluyordu. Ohhh. Sicacik " Ama ağzına alamiyordu "Kahretsin her iftar oncesi annem su dolmaları masanin altina saklamasa olmazdi"- - - - Elini uyuyan guzelin uzerinde gezdirirken ici bir tuhaf olmustu ne kadar estetik ne kadar duzgun bir kici vardi. Ismi de guzeldi "LEYLA"bir an kendini cirilciplak dusundu ustunde. ustunde ve guneslenirken muhtesem yelkenlinin. - - - - Elinde aletini tutmus agzini acmasini söylediginde isteklerine karsi koyİmamisti. istemeden agzini acti. biraz sonra herşey bitmisti. agzinda biriken sivi lavaboya bosaltirken dis doktorunun sesini duydu" gecmis olsun"- - - - yetti artik dedi doktor kocasına. her akşam her sabah agzima verdiğin yetmezmis gibi şimdide kicima sokuyorsun biktim artk su ilaclardan.
Seni Kıtlar Seni Kıtlar Omuzları tilki kürklü bir hınımefendi Cumhuriyet caddesinde yürürken Dadaşın biri yanına gelip şöyle diyor:
- Baci, baci dalıza gudik dırmanir. hanım kızgın kızgın:
- Giт işine kardeşim, ne dalı ne gudiği diye dadaşı tersliyor. Dadaş cevap veriyor :
- E benene kıtlarsa seni kıtlar!
Motorcuyu öldürmüşüz Serçenin biri bir bahargünü uçuyormuş. Bir anda farketmiş ki karşıdan motorsikletli bir adam geliyor. Her ikisi de çarpışmayı engellemek için ellerinden geleni yapmışlar. ama nafile. Serçe 'çotaaank' diye kaska çarpıp düşmüş. motorcu koşmuş serçenin yanına. Serçe baygın yatıyor.
Kıyİmamış, bırakİmamış yolda; almış getirmiş eve. Eskiden kalma bi de kafesi var evde. baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş.
Yanına da biraz su, biraz ekmek koymuş, vurmuş kafayı yatmış. Bizim serçe bi müddet sonra ayılmaya başlamıs. Daha tam seçemiyor ortalığı.
Hafif bulanıklık var yani. Bir bakmış ki parmaklık, ekmek, su falan var bulunduğu yerde. Birden dank etmiş vaziyet: has. tir lan motorcuyu öldürmüşüz.!
Ben Seni Ben Gibi Sevdim (Kimin Aşkı Büyük) Sevdalarda kural mıdır bilmem? Aramızda karlı dağlar oldu önce. Bense güneşi avucuma alıp, Dağlardaki karı erittim. Yine de yol vermedi dağlar ama; Seni kendime Şirin yaptım, Dağları delerek sana geldim, Ben seni Ferhat gibi sevdim. Yol bu. Bin bir türlü zorluk vardı önümde, Fakat, yorulmadım yürümekten, Yılmadım sana gelmekten. Ellerim çatladı, kurudu dudaklarım. Dudaklarımı değil, suları ıslattım, Seni kendime Leyla yaptım, Ben seni Mecnun gibi sevdim. Uzadıkça uzadı sana gelen yollarım.
Yaşadıkça ömür, gittikçe yol bitermiş, Ömrüm bu yolda bitsin diyerek, Yol gittikçe ben gittim, Sanma ki gitmekten bittim. Seni kendime Aslı ettim, Ben seni Kerem gibi sevdim. Her şeye küstüm bu sevda yüzünden.
Hatta kendime bile küstüğüm oldu da, Hayata ve sana küsemedim gülüm. Bu bendeki, ne hırstı, ne de cesüret. İçimde deryâları taşıracak bir sevda, Okyanuslara sığmayacak bir arzu vardı. Belki de sendin bu büyük Arzu, Ben seni Kamber gibi sevdim. Farz et ki ben anamdan yeni doğmuşum, Üzerimde bir kaç elbise bile yok. Her insan çıplak doğmaz mı gülüm? Ama ben, Çıplak fakat, Kocaman bir yürekle doğmuşum. Belki Ferhat, belki Mecnun, Belki Kerem, belki Kamber kıskanacak ama; Biliyor musun o kocaman yürekle, Ben seni, BEN gibi sevdim.
Şu an 17 yaşındayım ve olay bundan 3 - 4 sene evvel YAŞANMIŞTIR. O yaz en büyük zevkimiz arkadaşlarla gece aşağı inmek idi ve hemen hemen indiğimiz her gece birbirimize korku hikayeleri anlatırdık. Anlattığımız hikayeler genelde kendi hayal ürünümüz olurdu fakat anlatırken sanki yaşamış gibi anlatırdık ve kendi uydurduğumuz hikayeye o ortamın verdiği gerilimle kendimiz de inanır ve korkardık. İçimizde en çok hikaye anlatan Nedim diye bir arkadaşımız idi. Nedim yaşça bizden büyüktü ve bizi korkutmayı iyi başarıyordu açıkçası. Yine şöyle bir gecede Nedim bize çok ilginç bir hikaye anlattı. Hikayeye göre bazı insanlar sebepsiz yere içlerinden gelen bir ateşle küle dönüşecek kadar yanıyorlarmış. Bu yanma o kadar çabuk gerçekleşiyomuşki, kendisini kurtarmaya zamanı olmuyormuş kurbanın. Ayrıca bu olay kurban yalnızken gerçekleşiyormuş, yani görgü tanığı olmuyormuş hiçbir zaman. Bu anlattığı hikaye ilginç olduğu kadar inandırıcı gelmemişti çoğumuza. fakat Nedim evinden getirdiği ansiklopedi de yazılanları bize gösterince söylerimiz diken diken olmuştu hepimizin. Bu olaylar gerçek yaşanmış olaylar olarak anlatılıyordu ansiklopedide kanıtları ile. O gece eve koşar adımlarla çıktım ve bütün gece gözlerime uyku girmedi. Ertesi gün ise belki hepimiz için hayatımızın en korkunç günü olmuştu. Gelen habere göre Nedim bir sokaç arasında ölü bulunmuştu ve işin ilginç yanı Nedim'in gömüldüğü mezarlıkta 1 hafta sonra yangın çıkmıştı ve bütün mezarlar yok olmuştur. İnanmayan arkadaşlar eski gazeteleri karıştırabilirler.
Tarih: 3 Eylül 1997, Mersin mezarlığı orman tarafında onlarca mezar yanmıştır.
Genç adam, yeni tanıştığı kız arkadaşına hediye vermek istemişti. Bu ona alacağı ilk hediye olacaktır. Bu yüzden fazla özel bir şey seçmemeye dikkaç eder, ama alacağı şey birazda romantik olmalıdır. O gece birlikte çiseleyen karın altında yürürlerken, avucunun içinde ısıtmaya çalıştığı elleri hatırladı ve karar verdi. Bir çift eldiven alacaktı. Alışverişe bu tür işlerde pek becerikli olan kız kardeşini yanına alarak çıktı. Bir büyük mağazadan içi kürk'lü bir çift beyaz eldiven seçtiler. Kız kardeşi de kendine bir çift beyaz dantelli külot aldı. Bu arada, mağazadaki paketleme kısmında bir karışıklık olduğu ne var ki. Eldiven kız kardeşinin paketine girdi, külotlarda mağazanın özel kuryesi ile kız arkadaşının evinin yolunu tuttu, içindeki delikanlının yazdığı romantik notla tabii:
- "Sevgilim, geçen akşam seninle çıktığımızda bunlardan giymediğini farkettim. Eğer kız kardeşimle beraber olmasaydım, ben uzun ve düğmeli olanlardan alırdım, ancak kardeşim kısa ve düğmesiz olanlardan kullanıyor. Çıkarması daha kolay oluyormuş. Renginin açık olaması çabuk kirleneceği izlenimini veriyor. Ancak bunları satın aldığım bayan bana kendisininkini gösterdi. Üç haftadır kullanıyormuş. Yakından baktım, hiçbir kirlenme yoktu. Tezgahtar bayandan bir şey daha rica ettim; seninkileri giyip nasıl durduğunu bana üzerinde göstermesini. Hemen giydi, çok iyi duruyor. Elimi uzattım, okşar gibi sıktım. Ele de çok hoş geliyor. Keşke bunları ilk giydiğinde yanında olup sana yardım edebilseydim. Seninle buluşuncaya kadar birçok yabancı elin ona dokunacağını düşünmek beni üzüyor. Çıkardığın zaman içi biraz nemli olabilirmiş, o zaman üfleyerek havalandırman görekiyormuş. Önümüzdeki günlerde bunları nasıl avucumun içine alıp, nasıl defalarca öpeceğimi düşünüyorum. Cuma akşamki buluİmamızda giymeyi sakın unutma". NotÜ; - " En son moda, giydikten sonra üstten aşağıya doğru kıvırarak, biraz tüy görünmesini sağlamakmış"
Öykümüz ünlü Çin düşünürü, Taoizm'in iki kurucusundan biri olan Lao Çu'nun (Lao Tzu) devrinde geçer. Lao Çu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış. Efendim köyde Yaşlı bir adam varmış. Çok fakir. Ama imparator bile onu kıskanırmış. Şöyle dillere destan beyaz bir atı varmış ki. Imparator at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaİmamış. "Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış. "Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. İmparatora satsaydın, ömrünün sonuna kadar şeyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. İhtiyar, "karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece ‘at kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. "Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan iki hafta geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.
Meğer çalışmamış, dağlara gitmiş kendi başına. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için.
Şimdi bir at sürün var. "
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz"
Demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin ilk kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?. "Köylüler bu defa ihtiYaşlı dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu аттаn düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre yürüyemeyecek. Sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat şöyle küçük parçalar halinde ilerler ve ondan sonra neler olacağı size aslabildirilmez. "Birkaç hafta sonra, düşmanlar kaç kaç büyük bir ordu ile saldırmış. Imparator son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü Savaşın kazanılmasına imkaç yok gibiymiş; giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes adeta biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.
" gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler.
Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer. "
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor. "
Bir yol biter yenisi başlar Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz.
Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa yolculuk asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar.
Bir kapı kapanırken, bir başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Hayat çetrefil bir yolculuk. Güzergahı kimse bilmez. Acele karar vermek, ecele karar vermektir
Padişahın yakınlarından bir beyin çok güzel bir atı vardı. Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Padişahın gözü, ansızın o ata takıldı. şöyle bir at kendi sürüsünde yoktu. Atın çalımı, rengi padişahın gözünü aldı, аттаn gözünü ayıramıyordu. Çevikliği, güzellişöyle beraber atta padişahı çeken bir şey vardı. Önce önemsemek istemedi ama, gönlü atı istiyordu. Padişah geziden dönünce, vezirine durumu açtı. Yolda bir at gördüğünü, derhal gidip o atı, sahibinden alıp, getirmelerini emretti. Padişahın adamları, hızla atın sahibi beyin yanına geldiler. Padişahın atı çok beğendiğini, ne fiat isterse hemen vereceklerini bildirdiler. Bey, beyninden vurulmuşa döndü. O güzelim, canı gibi sevdiği atını padişah istiyordu ha! Ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırdı. Padişahın adamlarını oyalamak için onlara yemek ikram etti. Onlar yemeklerini yerken İmadülmülk aklına geldi. Hemen durumu ona danışmalı, ondan akıl almalıydı. Çünkü o, zamanın en bilgini, en akıllısı, en güzel ahlaklısıydı. kaç kere vezirliği bırakıp, ibadet için uzlete çekilmişse de padişah ona yalvararak izin vermemişti. Atın sahibi üzüntülü bir halde İmadülmülk'ün yanına koştu. - Ey benim en büyük yardımcım! Yardımına ihtiyacım var. Padişah benim herşeyden daha çok sevdiğim atımı istemiş. Onu alırsa ben yaşayİmam. Her şeye dayanırım da atımın elimden alınmasına dayanamam. Bey hem söylüyor, hem ağlıyordu. İmadülmülk, beyin bu halini görünce gözleri yaşardı. Ona yardım etmeye karar verdi. Doğru padişahın huzuruna gitti. Bir taraftan Cenab - ı Allah'a:
- "Ya Rabbi! genç bey padişaha karşı gelmekte hata ediyor ama Sen yine de ona yardımcısı ol. " diye yakarıyor, inşaallah atını padişah almaz diye dua ediyordu. O sırada seyisler, beyin o güzel atını padişahın yanına getirdiler. İmadülmülk gerçekten de eşine nadir rastlanan bir at diye düşündü. Padişah, bir müddet ata hayran hayran baktı, yüzünü imadülmülk'e döndü. - " Ey büyük insan! Güzel bir at değil mi? Sanki yeryüzünden değil de, cennetten gelmiş. " dedi. İmadülmülk:
- "Padişahım! Ata gönlünüşöyle kaptırmışsın ki, hatalarını göremiyorsun.
İyice bir bak bakalım. Aslında çok güzel, çok çevik bir at ama bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta öküz başına benziyor. Padişah fikirlerine her zaman hürmet ettiği İmadülmülk'den bu sözleri duyunca at, gözünden düştü. Padişah:
- " doğru söyledin! Artık eskisi gibi güzel göremiyorum.
Bunu sahibine geri verin" dedi. Padişah, at hakkındaki bu yermeyi bir kerecik duymakla gönlü аттаn soğudu. Kendi gözünü ve aklını bıraktı, İmadülmülk'ün sözünü kabul etti. Öğütler: * Kişinin her gördüğüne sahip olmak istemesi müsrifliktir. * İnsan danışacağı kimseleri iyi seçmelidir.
Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi. Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kaç kırmızısı güller.
Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller. Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi. Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı şöyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti. Onları hiç bir şey ayıramazdı. Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm. genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü. Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu.
Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü.
Kendi aralarında şöyleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala Yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı.
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı. genç adamşöyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu.
Martılara baktı, Birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara. Ne kadar güzel dans ediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok. Bu kadar geç kalmaması görekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bağırak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine?. Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır. Hayır. olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki. O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan. Artık bıkmıştı. Yine sevgilisi geldi aklına. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu dedi. 7 senedir?er gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı. Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı. Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu. genç adam ayağa kalktı. Sevdişöyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı.

Kadın arkadaşına kocasıyla cinsel hayatının monotonluğu ile ilgili dert yanmaktaydı. -Ah kardeş artık ne elliyo ne yokluyo, ayda yılda bi çok canı çektikçe yaklaşıyo. Varsa yoksa 24 saat futbol. -Ah şekerim bunu halletmek çok kolay, der arkadaşı ve devam eder; hangi takımlıydı senin kocan? -Galatasaraylı. Ne olmuş ki? -Bak şimdi akşam eve gittiğinde kocan işten gelmeden fenerbahçe formasını giy bekle bakalım ne olacak. Ertesi gün kadın tekrar arkadaşına mutlu bir şekilde gelir ve anlatmaya başlar. -Ay şekerim verdiğin fikir için çok teşekkür ederim. Eve gittim fenerbahçe formasını giydim. Ardından kocam gelip beni o formanın içinde görünce vay efendim sen benim galatasaraylı olduğumu bilmiyomusun da bu formayı giyiyosun diyerek üstüme bi atladı sabaha kadar 5 postayı sayabildim gerisini hatırlamıyorum. -Ben sana dedim artık bol zevkli geceler dilerim, der arkadaşıda. Aradan günler haftalar geçer adam her akşam gelipte formayı karısının üstünde gördükçe dellenip sabaha kadar kadını posta manyağı yapar. Kadın gittikçe halsizleşmiştir. Tekrar arkadaşına gider ve anlatır. -Kardeş kocam boğa gibi oldu dur durak bilmiyo. Bak sana iğne iplik gibi kaldım her gece onlarca defa sevişmekten, der. Arkadaşı devam eder; -Şekerim o zaman bu akşam eve gidince kocan gelmeden galatasaray formasını giyde bekle bakalım ne olacak. Kadın akşam eve gider ve galatasaray formasını giyer ve bekler. Kocası eve geldiğinde birde bakar ki karısı galatasaray formasını giymiş. Kendinden emin bir tavırla şöyle der; -Ya işte biz adamı böyle *ike *ike cim bomlu yaparız.