Genç adam, yeni tanıştığı kız arkadaşına hediye vermek istemişti. Bu ona alacağı ilk hediye olacaktır. Bu yüzden fazla özel bir şey seçmemeye dikkaç eder, ama alacağı şey birazda romantik olmalıdır. O gece birlikte çiseleyen karın altında yürürlerken, avucunun içinde ısıtmaya çalıştığı elleri hatırladı ve karar verdi. Bir çift eldiven alacaktı. Alışverişe bu tür işlerde pek becerikli olan kız kardeşini yanına alarak çıktı. Bir büyük mağazadan içi kürk'lü bir çift beyaz eldiven seçtiler. Kız kardeşi de kendine bir çift beyaz dantelli külot aldı. Bu arada, mağazadaki paketleme kısmında bir karışıklık olduğu ne var ki. Eldiven kız kardeşinin paketine girdi, külotlarda mağazanın özel kuryesi ile kız arkadaşının evinin yolunu tuttu, içindeki delikanlının yazdığı romantik notla tabii:
- "Sevgilim, geçen akşam seninle çıktığımızda bunlardan giymediğini farkettim. Eğer kız kardeşimle beraber olmasaydım, ben uzun ve düğmeli olanlardan alırdım, ancak kardeşim kısa ve düğmesiz olanlardan kullanıyor. Çıkarması daha kolay oluyormuş. Renginin açık olaması çabuk kirleneceği izlenimini veriyor. Ancak bunları satın aldığım bayan bana kendisininkini gösterdi. Üç haftadır kullanıyormuş. Yakından baktım, hiçbir kirlenme yoktu. Tezgahtar bayandan bir şey daha rica ettim; seninkileri giyip nasıl durduğunu bana üzerinde göstermesini. Hemen giydi, çok iyi duruyor. Elimi uzattım, okşar gibi sıktım. Ele de çok hoş geliyor. Keşke bunları ilk giydiğinde yanında olup sana yardım edebilseydim. Seninle buluşuncaya kadar birçok yabancı elin ona dokunacağını düşünmek beni üzüyor. Çıkardığın zaman içi biraz nemli olabilirmiş, o zaman üfleyerek havalandırman görekiyormuş. Önümüzdeki günlerde bunları nasıl avucumun içine alıp, nasıl defalarca öpeceğimi düşünüyorum. Cuma akşamki buluİmamızda giymeyi sakın unutma". NotÜ; - " En son moda, giydikten sonra üstten aşağıya doğru kıvırarak, biraz tüy görünmesini sağlamakmış"
Öykümüz ünlü Çin düşünürü, Taoizm'in iki kurucusundan biri olan Lao Çu'nun (Lao Tzu) devrinde geçer. Lao Çu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış. Efendim köyde Yaşlı bir adam varmış. Çok fakir. Ama imparator bile onu kıskanırmış. Şöyle dillere destan beyaz bir atı varmış ki. Imparator at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaİmamış. "Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış. "Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. İmparatora satsaydın, ömrünün sonuna kadar şeyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. İhtiyar, "karar vermek için acele etmeyin" demiş. Sadece ‘at kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. "Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan iki hafta geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.
Meğer çalışmamış, dağlara gitmiş kendi başına. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için.
Şimdi bir at sürün var. "
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz"
Demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin ilk kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?. "Köylüler bu defa ihtiYaşlı dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu аттаn düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre yürüyemeyecek. Sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat şöyle küçük parçalar halinde ilerler ve ondan sonra neler olacağı size aslabildirilmez. "Birkaç hafta sonra, düşmanlar kaç kaç büyük bir ordu ile saldırmış. Imparator son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü Savaşın kazanılmasına imkaç yok gibiymiş; giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes adeta biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.
" gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler.
Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer. "
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor. "
Bir yol biter yenisi başlar Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz.
Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa yolculuk asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar.
Bir kapı kapanırken, bir başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz. Hayat çetrefil bir yolculuk. Güzergahı kimse bilmez. Acele karar vermek, ecele karar vermektir
Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi. Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kaç kırmızısı güller.
Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller. Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi. Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı şöyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti. Onları hiç bir şey ayıramazdı. Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm. genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika geç kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü. Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu.
Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü.
Kendi aralarında şöyleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala Yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki? İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı.
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı. genç adamşöyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu.
Martılara baktı, Birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara. Ne kadar güzel dans ediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok. Bu kadar geç kalmaması görekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bağırak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine?. Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır. Hayır. olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki. O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan. Artık bıkmıştı. Yine sevgilisi geldi aklına. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı. 7 sene oldu dedi. 7 senedir?er gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı. Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı. Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu. genç adam ayağa kalktı. Sevdişöyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı.
Fenerbahçeli bir şoför, kaza yapmış. Arabasının kırılan farından bir cin çıkmış. "Dile benden ne dilersenı" diye sormuş. Şaşkınlığı hemen üzerinden atan şoför, "Istanbul'un bütün caddelerini dört şeritli yap" isteğinde bulunmuş. Cin, başını kaşımış, "Bu çok zor, daha kolay birşey iste" demiş. Şoför, sevinçle atılmış:
"Fenerbahce'yi şampiyon yap o zaman."
Cin, şöyle bir düşünmüş, yeniden sormuş:
- Pardon, Istanbul'un caddelerini kaç şeritli istemiştinı Fenerbahçeli bir şoför, kaza yapmış. Arabasının kırılan farından bir cin çıkmış. "Dile benden ne dilersenı" diye sormuş. Şaşkınlığı hemen üzerinden atan şoför, "Istanbul'un bütün caddelerini dört şeritli yap" isteğinde bulunmuş. Cin, başını kaşımış, "Bu çok zor, daha kolay birşey iste" demiş. Şoför, sevinçle atılmış:
"Fenerbahce'yi şampiyon yap o zaman."
Cin, şöyle bir düşünmüş, yeniden sormuş:
- Pardon, Istanbul'un caddelerini kaç şeritli istemiştinı
Dursun, feci bir trafik kazası geçirmiş ve koma halinde hastaneye kaldırılmış. Kendine geldiğinde, bir kolunun olmadığını görmüş. Bunun üzerine Dursun'un morali çok bozulmuş ve doktora demiş:
- "Ben tek kolla nasıl yaşarım şimdi. Kendimi hastanenin penceresinden atıp intihar edeceğim." Doktor bakmış ki, Dursun çok ciddi, başlamış Dursun'a nasihat etmeye:
- "Bak evladım, insan tek kolla da yaşayabilir, ölmediğine şükretsene. Sonra beterin beteri var. Geçen yıl Temel de kaza geçirdi. Onun iki kolunu birden kesmek zorunda kalmıştık. Ama o senin gibi bağırıp, hastaneyi birbirine katmadı. Şimdi de gül gibi yaşayıp gidiyor. İnanmazsan giт de bak."
Dursun, biraz sakinleşmiş ve hastaneden çıkarak Temel'in evine gelmiş. Eve geldiğinde, hakikaten Temel'in iki kolunun da kesik olduğunu görmüş. Fakat bir bakmış ki, Temel bahçede kıvıra kıvıra dans edip oynuyormuş. Dursun'un kafası karışmış ve hayretler içinde Temel'e yaklaşıp sormuş:
- "Ula Temel, iyi ki seni gördüm, yoksa hayatım gidiyordu. Benim bir kolum kesildi diye neredeyse intihar edecektim. Gördüm ki senin iki kolun kesik, ama bir dansöz gibi oynayıp göbek atıyorsun."
Bunun üzerine sinirlenen Temel, acı içinde cevap vermiş:
- "Ula Dursun, sen manyak mısın, ne göbek atması? Sırtım fena halde kaşınıyor. Çatlamak üzereyim."