ŞEYH EDEBALİ'NİN OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ve DAMADI OSMAN GAZİ'YE VASİYETİ Ey oğul, artık Bey'sin!
Bundan sonra Öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana.
Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana...
Ey oğul, sabretmesini bil, Vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma; İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul, işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı. Allah yardımcın olsun...
Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın! Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin.
Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın!
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.
Ey oğul! Ananı, atanı say! Bereket büyüklerle beraberdir.
İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin.
Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma!
Gördüğünü görme! Bildiğini bilme!
Sevildiğin yere sık gidip gelme!
Ey oğul! Üç kişiye acı:
Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene.
Ey oğul! unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklıysan mücadeleden korkma.
Şeyh Edebali
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey:
- "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:
- "Baloncu amca, biliyor musun benim hiç balonum olmadı." Adam çocuğu şöyle bir süzdükten sonra:
- "Paran var mı? sen onu söyle" diye sordu.
- "Bayramda vardı, önümüzdeki bayram yine olacak" diye atıldı çocuk.
- "Öyleyse bayramda gel, acelem yok, ben beklerim." dedi adam. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir Akasya Ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:
- "Küçük, balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm." diye seslendi. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan Akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:
- "Birini bana verecektiniz hangisi o?" dedi. Adam elinin tersiyle burnunu sildikten sonra:
- "Seninki ağaçta kaldı evlat istersen çık al." dedi. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:
- "Olsun" diye mırıldandı.
- "Olsun. Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık."
Küçük çocuk, deniz kenarında gördüğü yassı bir taşın güzelliğine hayran olmuştu. Mutlaka bir mücevherdi bulduğu. Şekli de bir insan kalbi gibiydi. Üstelik de parıl parıl parlamaktaydı. Çocuk, taşı avuçlayıp evine koştu ve onu büyük bir heyecanla babasına uzattı. Adam, yavrusunun soğuktan morarmış avucundaki taşın, birbirine sürtüldüğünde kıvılcım çıkartan bir çakmak taşı olduğunu hemen anladı. Fakat bunu ona söyleyemedi. Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk, işin kendisine düştüğünü anladığında, tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri, göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle. Çocuk, en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride, dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da, kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk, biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak:
- "Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım" dedi. Adam, taşa uzaktan bir göz atıp:
- "O sadece basit bir çakmak taşı, bütün sahil o taşlarla doludur" dedi.
- "Hayır, isterseniz ıslatın. Ne kadar parladığını göreceksiniz." diye atıldı küçük çocuk. Dükkan sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın, onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp:
- "Tam istediğim şey! Onu bana satar mısın?" diye gülümsedi. Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise, aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra, koşarak uzaklaştı. Kadın, elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki, mücevher gibi taşıyacaktı. dükkan sahibi, yapmış olduğu ikazı anlamadığı için, kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden de:
- "Söylemiştim ama tekrar edeyim. Satın aldığınız şey basit bir taştır." dedi. Kadın, önce pırlanta kolyesine, daha sonra da yüzüğüne bakarak:
- "Zannetmiyorum! O taş bence bunlardan çok değerli. Çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor" dedi.
Sokrat bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün bir tanıdığı, büyük filozofa, bir arkadaşı hakkında ona dedi ki:
- "Bir Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?" Sokrat:
- "Bir dakika bekle. Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Filtre Testi deniyor."
- "Üçlü Filtre?"
- "Doğru" diye devam etti Sokrat.
- "Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu ona 3 filtre testi dememin sebebi."
- "Birinci filtre -Gerçek Filtresi-"
- "Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"
- "Hayır." dedi adam.
- "Aslında bunu sadece duydum ve ...."
- "Tamam" dedi Sokrat.
- "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun."
- "Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, -İyilik Filtresini.-"
- "Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi ?"
- "Hayır, tam tersi..."
- "Öyleyse," diye devam etti Sokrat.
- "Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı."
- "-İşe yararlılık filtresi-"
- "Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"
- "Hayır, gerçekten değil."
- "İyi" diye tamamladı Sokrat.
- "Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki ?"
Bu davranış Sokrat’ın iyi bir filozof olmasının ve büyük itibar, saygı görmesinin sebebiydi.
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokağının neredeyse tamamı ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tuğla yığınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün genç kızın arkadaşları zatürreye yakalandı. genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatağında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu. Geriye doğru sayıyordu:
- "On iki" dedi. Biraz sonra da:
- "On bir", arkasından:
- "On", sonra:
- "Dokuz"; daha sonra, hemen birbiri ardına:
* "sekiz ve yedi."
Arkadaşı merakla dışarı baktı:
- "Sayılacak ne vardı acaba?" diye düşündü. Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tuğla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tuğla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı. Dönüp arkadaşına:
- "Neyin var?" diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde:
- "Altı" dedi ve devam etti:
- "Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce neredeyse yüz tane vardı. Saymaktan başım ağrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi." Arkadaşı:
- "Beş tane ne?" diye sordu. Arkadaşı:
- "Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende mutlaka gideceğim. Hissediyorum bunu."Arkadaşı ona:
- "Saçmalama" deyip içmesi için çorba götürdü. fakat o:
- "İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştüğünü görmek istiyorum. Ondan sonra bende gideceğim. " diyerek cevap verdi. genç kız uykuya daldığında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressamı ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktığında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yağan yağmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yaprağı hala yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere ağzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yiğitçe asılmış duruyordu. Hasta kız:
- "Bu sonuncusu" dedi.
- "Geceleyin mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştüğü an ben de öleceğim. "
Ağır ağır geçen gün sona erdiğinde onlar, alaca karanlıkta bile, asma yaprağının duvarın önünde sapına tutunmakta olduğunu görebiliyordu. Derken şiddetli yağmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kız hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yaprağı hala yerindeydi. Genç kız, yattığı yerden uzun uzun yaprağı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi:
- "Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan olduğumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yaprağı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin" dedi. Akşam üstü gelen doktor ayrılırken:
- "Şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürre. Yaşlı adam çok ağır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor" dedi. Ertesi gün doktor:
- "Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız" dedi. O gün öğleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandığı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Ayakkabıları, elbisesi baştan aşağı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktığına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve sağa sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yaprağın sırrı da çözüldü. Rüzgar estiği zaman bile yerinden oynamayan yaprak, Yaşlı ressamın şaheseriydi. Yaşlı ressam, son yaprağın düştüğü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı.
Allah eşeği yarattı ve ona dedi ki:
- "Sen bir eşeksin. Sabahtan akşama kadar yorulmadan çalışacaksın ve ağır yükleri sırtında taşıyacaksın. Ot yiyeceksin, az akıllı olacaksın ve 50 yıl yaşayacaksın."
Eşek:
- "50 sene böyle bir hayat için çok çok fazla, lütfen bana 30 yıldan fazla verme." dedi ve öyle oldu. Sonra Allah köpeği yarattı ve ona dedi ki:
- "Sen bir köpeksin. İnsanların mallarını koruyacaksın, onların en yakın dostu olacaksın. insanlardan geriye kalan artıkları yiyeceksin ve 25 yıl yaşayacaksın."
Köpek:
- "Allah'ım, 25 yıl böyle yaşamak çok fazla. Bana 10 yıl ver yeter." dedi ve öyle oldu.
Daha sonra Allah maymunu yarattı ve dedi ki:
- "Sen bir maymunsun. Ağaçtan ağaca salınacak ve bir aptal gibi davranacaksın. İnsanları eğlendireceksin ve 20 yıl yaşayacaksın." Maymun:
- "20 sene dünyanın palyaçosu olarak yaşamak çok fazla. Bana 10 seneden fazla verme." dedi ve öyle oldu.
En sonunda Allah erkeği yarattı ve ona dedi ki:
- "Sen erkeksin, dünyada yaşayacak tek rasyonel düşünen canlı sen olacaksın. Diğer yaratılmışlara zekanı kullanarak hükmedeceksin. Dünyayı yöneteceksin ve 20 yıl yaşayacaksın."
Erkek:
- "Allah'ım erkek olmak için 20 yıl yetmez. Lütfen bana eşekten artan 20 yılı, köpekten artan 15 yılı ve maymunun 10 yılını da ver." dedi.
Allah bunu kabul etti ve erkek 20 yıl erkek olarak yaşadı, sonra evlendi ve 20 sene eşek olarak sabahtan akşama kadar çalıştı ve ağır yükleri taşıdı. Sonra çocukları oldu ve 15 yıl köpek gibi yaşadı, evi korudu, aileden artanları yedi.
Sonra ilerleyen yaşında 10 yıl maymun olarak yaşadı, aptal gibi davrandı ve torunlarını eğlendirdi. Bugüne kadar hep böyle geldi.
Genç bir yönetici, yeni Jaguar marka arabası içinde kurulmuş, biraz da hızlıca, bir mahalleden geçiyordu. Park etmiş arabaların arasından yola fırlayan bir çocuk olabilir düşüncesiyle, dikkatini daha çok yol kenarına vermişti. Bir şeyin yola fırladığını görünce, hemen fren yaptı ama aracı durana kadar geçen mesafede, yola çocuk fırlamadı. Bunun yerine, yepyeni arabasının yan kapısına büyükçe bir taş çarptı. Adam hızlıca gaza yüklendi ve taşın fırlatıldığı boşluğa doğru geri gitti.
Sinirlenmiş olan genç adam, arabasından fırladı ve taşı atan çocuğu kaptığı gibi yakında park etmiş bir arabanın gövdesine sıkıştırdı. Bunu yaparken de bağırıyordu:
- "Sen ne yaptığını sanıyorsun serseri? Bu yaptığın ne demek oluyor? O gördüğün yepyeni ve pahalı bir araba ve attığın o taşın mahvettiği yeri düzelttirmek için kaportacıya bir sürü para ödemek zorunda kalacağım. Neden yaptın bunu?"
Küçük çocuk üzgün ve suçlu bir tavır içindeydi:
- "Lütfen amca, lütfen kızmayın. Ben çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim, bilemedim. Taşı attım, çünkü işaret etmeme rağmen diğer arabalar durmadı."
Çocuk, gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silerek, park etmiş bir aracın arkasına işaret etti:
- "Abim orada. Yokuştan aşağı yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü ve ben onu kaldıramıyorum."
Çocuğun şimdi hıçkırıklardan, omuzları sarsılıyordu ve şaşırmış olan adama sordu:
- "Onu kaldırıp tekerlekli sandalyesine oturtmama yardım edebilir misiniz? Sanırım abim yaralandı ve benim için çok ağır."
Genç yönetici, ne diyeceğini bilemez halde, boğazındaki düğümden yutkunarak kurtulmaya çalıştı. Yerde yatan sakat çocuğu kaldırıp, tekerlekli sandalyesine oturttu. Cebinden temiz ve ütülü mendilini çıkarıp, çeşitli yerlerinde oluşmuş ve kanayan yara ve sıyrıkları dikkatlice silmeye çalıştı. Bir şeyler söyleyemeyecek kadar duygulanmış olan genç adam, abisinin tekerlekli sandalyesini iterek yavaş yavaş uzaklaşan çocuğun ardından bakakaldı. Jaguar marka arabasına geri dönüşü yavaş yavaş oldu ve yol ona çok uzun geldi. Arabanın yan kapısında, taşın bıraktığı iz derin ve net görülür şekildeydi ama adam orayı hiç bir zaman tamir ettirmedi. Oradaki izi, şu mesajı unutmamak için sakladı:
- "Hiç bir zaman yaşamın içinden, seni durdurmak ve dikkatini çekmek için birilerinin taş atmasına mecbur kalacağı kadar hızlı geçme.
Tanrı ruhumuza fısıldar ve kalbimizle konuşur. Bazen, onu dinlemek için vaktimiz olmuyorsa, bize taş fırlatmak zorunda kalır. Fısıltıyı dinle veya taşı bekle. Seçim senin."
* Kadınlar ağlar. Ancak tek başına bir köşeye çekilip de yalnız ağlamaz. Kadınlar sadece sevdiği erkek duyabilecekse ağlar.
* Bütün kadınlar kesin bir cevabı olmayan konularda soru sormakta müthiş ustadır. Maksat, siz kendinizi sürekli suçlu hissedin.
* Kadınlar asla sır saklayamaz. Daha doğrusu, kadınlar için bir sırrı en yakın üç arkadaşlarına söylemek, sırrı açık etmek kapsamına girmez. Bu mantıkla hepsi en yakın arkadaşlarına söylediklerinden sonunda sırrı bilmeyen kalmaz.
* Kadınlar telefona cevap vermeyi sevmez, uzun uzun çalsa dahi rahatsız olmadan açmayabilirler. Lakin telefonda en uzun konuşmaları yapanlar yine onlardır.
* Kadın yatağa yatmadan evvel saçını tarayan tek yaratıktır.
* Kestirme yola sapıldığında her kadına bir "kaybolacağız" korkusu gelir.
* İstisnasız her kadın vermesi gereken bir-iki kilo olduğunu düşünür.
* Kadınlar durup dururken eve bir buket çiçekle gelen kocadan şüphelenir.
* Kadınlar tuvaletin kapağını küçük bir hareketle indirmek yerine tuvaletten salona kadar yürür, kocasına söylenir ve tuvalete geri döner.
* Erkek konuşurken kadın lafın ortasından konuşmaya dalar ve devam eder. Aynı şeyi erkek yapacak olsa kıyamet kopar.
* Düğünlerde kadın kadına dans edenleri görünce kimsenin aklına bir şey gelmez. Erkekler için durum aynı değildir.
* Karısının göz ucuyla bir başka adama baktığını yakalayabilmiş erkek yoktur. Oysa kadınlar erkeklerini başka kadına baktığı an saniyesinde yakalarlar.
* Kadının dondurmayı nasıl yediğine bakarak karakter testi yapabilirsiniz.
* Evde saatlerce kendi giyimiyle ilgilenen kadın, sokağa çıktığında saatlerce başka kadınların elbiseleriyle ilgilenir.
* Kadınlar asla haksız değildir. En haksız olduğu konuda bile "Kendime göre nedenlerim var" der.
* Tabiatta kadınlara karşı son sözü söyleyebilecek tek bir doğal yapı vardır: Yankı!
* Kadınlar kendilerine neler verildiğine değil, onlar için nelerden vazgeçildiğine bakar.
* Kritiklere başlayan kadın, kritik bir yaşa gelmiş demektir.
* Kadın elinizi tuttuğu anda bile bilin ki eninde sonunda tepenize çıkacaktır.
* Dünyanın en güzel kadını olduklarını bütün erkeklerin idrak etmesini isterler. Kendileri henüz üç dört yaşlarındayken bunu idrak etmişlerdir.
* Bütün erkekleri baştan çıkarmak isterler. Çevrelerinde baştan çıkmamış tek erkek kalmayıncaya kadar harekata devam ederler. Ha, karşılık verirler vermezler, o başka mesele.
* Kendilerinden başka bütün kadınların yeryüzünden yok olmasını isterler. Hadi fazla abartmış olmayayım, anneleri ve Feriştah'a benzemesi şartıyla bir arkadaşları kalabilir.
* Her daim kavga etmek isterler. Eee haklılar, insan havasız susuz yaşayabilir mi?
* Kocalarının zengin, yakışıklı, kültürlü, başarılı, dürüst, güvenilir, sadık ve kılıbık olmasını isterler. Bu kadar meziyet kafi. Adamın kafasına kakılacak birkaç eksiklik olmalı.
* Anlaşılmaz olmayı, aynı zamanda da anlaşılmayı isterler. Anlayan varsa beri gelsin!
* Bütün kadınlar tarafından kıskanılmak isterler. Zaten bütün kadınlar bütün kadınları kıskandıklarından lüzumsuz bir istek.
* Eğer ilişki bitecekse bitiren tarafın kendileri olmasını isterler. Olurlar da. Aksi durumda ne yapar ne eder tekrar bir araya gelir, "terk etme" eylemini gerçekleştirirler.
* 24 saat alışveriş etmek isterler. Aslında bu çok önemli bir husus. Kadınların yarısı yokluktan, öteki yarısı dükkanlar 24 saat açık olmadığından bu isteğini gerçekleştiremez. Hal böyle olunca, gelsin bunalım.
* Dünyanın merkezi olmak isterler. Cesareti olan erkek varsa başka merkezler icat etsin. Hiç olmazsa "Pişman olma" duygusunu tatmış olur.
* Otuzlu yaşlarda kalmak isterler. Nitekim de kalırlar.
Yeni Doğan sреrм gerekli talimatları alıyordu: Sinyali alır almaz ileri atılacaksın. Olanca gücünü harcayarak tünelin içinden geçeceksin. Sakın durma. Vazgeçme. Derinlerde kırmızı, ıslak, top gibi bir şeyle karşılaşacaksın. Hemen onun yanına gidip kendini tanıtacaksın. "Selam, benim adım sреrм" diyeceksin. O da sana, "Selam, benim adım yumurtalık, " diyecek. Böylece tanışacaksınız. Sonra birlikte geleceğin bebeğini oluşturmaya başlayacaksınız. Ve o gün gelir. Sinyali alır almaz ileri fırlar sреrм. Var gücüyle ilerler. O kadar hızlıdır ki soluk soluğa kalır. Ama pes etmez. tünelin içinde ilerlemektedir. Bir ara arkasına bakar. Çevresinde hiçbir arkadaşı kalmamıştır. Onlar için üzgündür ama görevini de yerine getirmek zorundadır. İlerlemeye devam eder. Derken sözü edilen, top gibi, kırmızı, ıslak şeyi görür. Hemen yanına gidip, kendini tanıtır:
"Selam benim adım sреrм. "
Yuvarlak, kırmızı, ıslak şey cevap verir:
"Selam, benim adım bademcik. "