Yıllar önce 8. sınıfta okuyan haylaz Ali, öğle arası evine geldiğinde, yapmış olduğu bir yaramazlıktan dolayı, annesinden yediği fırça nedeniyle yemeğini yemeden tekrar okuluna, canı sıkkın bir şekilde döner. Okula döner ama kendisinden zayıf ve boyu küçük Duran efendi kendisine takılıp elle şakalaşmak ister. Neşesi yerinde olamayan Ali, benden uzak dur. Canım sıkkın çarparım ha! Diyerek sürekli uyarırmış. Uyarıları dikkate almayan Duran efendi daha da iştahlanarak Ali'ye el şakalarına devam ediyor. Ali de Duran'a vurmamak için dişini sıkıp duruyor, ama bir türlü Duran'ı kendisinden uzaklaştıramıyor. Ali en son dayanamayıp Duran'ın gözünün üstüne yumruğu indiriyor. Nasıl yumruk attıysa, anında Duran'ın gözü morarıp şişiyor. Yumruğun cezasını Duran'ın babası ve sınıf öğretmeninden yediği dayakla ödüyor. Yıllar sonra çelimsiz, zayıf olan Duran, Boyu ve kilosuyla Ali'den Çok daha babayiğit biri oluyor. Bir gün Ali çarşı pazarda dolaşırken, Duran birden karşına dikiliveriyor. Kafasını indirip, haydi bir yumruk daha at da göreyim der. Ali duruma bakıyor ama, yumruk atması mümkün değil. Kaçsa, erkekliğe yakışmaz, yumruk atsa gözünü hastanede açacak. Kafasını kaldırıp Duran'a bakan Ali, Duran'cığım, dengeler değişti: bir yumruk atsam beni kim elinde alacak deyip, Duran'a sarılıp gözlerinden öpmekten başka çare bulamıyor.
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından firlayarak önlerini kesti. Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; “Bekleriz” diye mırıldandı. Nasıl olsa bir sure sonra gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. “Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok” diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıstı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard´da okuyan ogullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki onun anısına okul sınırları içinde bir yere bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. “Madam” dedi sert bir sesle, “Biz Harvard´da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner.” “Hayır, hayır” diyerek haykırdı, yaşlı kadın. “Anıt değil. Belki, Harvard´a bir bina yaptırabiliriz”. Rektör yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak “Bina mı?” diyerek tekrarladı. “Siz bir binanın kaça mâl olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptıgımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı.” Tartışmayı noktaladıgını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü : “Üniversite inşaatına başlamak için gereken para buymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?” Rektor´un yüzü karmakarısıktı. Yaslı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford, dışarı çıktılar. Doğru Californiaya´ya, Palo Alto´ya geldiler. Ve Harvard´ın artık umursamadıgı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika´nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD´u.