Adam karısının kedisinden o kadar nefret ediyormuş ki, ne yapıp yapıp ondan kurtulmanın yollarını düşünüyormuş. Sonunda bir sabah kediyi arabaya attığı gibi evlerinin 20 blok ötesinde bir sokağa götürmüş, onu orada bırakıp doğru işe gitmiş. Aynı akşam işten eve gelmiş bir bakmış kedi evin bahçesinde karısıyla oynuyor, kadın neşe içinde:
- "Ayy bütün gün onu aradım. Ama akşamüstü bir baktım gelivermiş, evin yolunu nasıl da bulurmuş benim akıllı kedim" demiş. Adam tabi çok bozulmuş ama belli etmemiş. Ertesi sabah yine kediyi arabasına atmış, bu sefer evin 40 blok ötesinde bir sokağa götürüp bırakmış. yine işe gitmiş. Akşam işten eve gelmiş bir de ne görsün kedi salonda yine karısıyla yerlerde yuvarlanıyor. Ertesi gün adam kediyi 60 blok öteye bırakmış. Akşam gelmiş yine kedi evde. Sonraki gün 70 blok öteye bırakmış. Akşam kedi yine evde. Adam artık ertesi sabah kediyi arabaya koymuş, 90 blok öteye gitmiş. Oradan köprü yoluna girmiş, ilk çıkıştan sağa dönmüş, oradan tekrar sağa dönmüş, gitmiş gitmiş, bir 20 blok daha uzağa gitmiş, sola dönmüş, biraz daha gitmiş, ve kediyi orada arabadan atmış. Saatler sonra evin telefonu çalmış. adam karısını arıyor:
- "Hayatım, kedi orada mı?" Kadın:
- "Evet. neden sordun?" Adam:
- "Şunu telefona bir çağırsana. KAYBOLDUM.!"
Bir zamanlar kuru fasulyeye çılgınca düşkün bir adam varmış. Kuru fasulyeye bayılırmış, ama her zaman fasulyenin sonraki etkisi utandırıcı ve canlı bir tepki oluyormuş. Adam bir gün bir kıza rastlamış ve aşık olmuş. Evlenmeye karar vermişler. Fakat kız:
- "Ancak kuru fasulye yemeği bırakırsan seninle evlenmeyi kabul ederim" diye şart koşmuş. Adam da büyük bir fedakarlık gösterip fasulyeyi bırakmış. Kısa bir süre sonra evlenmişler.
Bir kaç ay sonra, bir akşam adam işte iken telefonu çalmış. Arayan adamın eşiymiş ve akşamleyin bir saat geç gelmesi için rica etmiş, adam da kabul etmiş.
İşten çıkan adam dışarıda bir saati doldurmak için gezinirken bir lokantadan gelen kuru fasulye kokusuna yenik düşmüş:
- "Sadece bir porsiyon yerim" diye içeri girmiş, fakat hızını alamamış. Bir, iki, üç, beş, yedi derken 10 porsiyona tamamlayıp dışarı çıkmış. Ancak, adam dışarı çıkar çıkmaz hemen gaz olayı başlamış. Adam da koşturarak karşıdaki parka gitmiş ve bir güzel başlamış gaz çıkarmaya. Fakat durmaya niyeti yok. Gaz çıkardıkça çıkarıyor. En sonunda:
- "Tamam artık kalmadı. Saat de zaten doldu, artık eve geri dönebilirim." demiş.
Eve gelmiş, zile basmış, karısı kapıyı açıp kocasının kucağına atlamış:
- "Kocacım sana bir sürprizim var fakat biraz bekle." deyip bir mendil bulmuş ve kocasının gözlerini bağlamış. Ardından kocasının koluna girip onu yemek masasının başındaki sandalyeye oturtmuş. Gözündeki bağı tam açacakken telefon çalmış. Karısı gözünü açmaması için yemin ettirdikten sonra telefona cevap vermeye gitmiş. Fakat bu arada adamın gaz olayı yine son haddine gelince bakmış karısı da hala telefonla konuşuyor, adam ağırlığını bir poposunun üstüne vermiş ve koyvermiş. Hem yüksek sesliymiş, hem de çürük yumurta kadar olgun. Hemen el yordamıyla pencereyi bulmuş, koşmuş pencereyi açmış, pantolonunu çıkartmış, donunu çıkartmış ve dışarıda donunu sallayarak havalandırmış. Pencereyi kapatarak gene el yordamıyla yerine dönmüş. Karısı konuşmaya devam etmekteymiş. Adam:
- "Eee öyleyse fırsattan tekrar istifade edeyim." demiş. Bu sefer öbür poposunun üstüne ağırlığını vermiş ve tekrar gürültülü bir şekilde koyvermiş. Bu ödül bile kazanabilirmiş. Hemen tekrar el yordamıyla pencereyi bulmuş, koşmuş pencereyi açmış, pantolonunu indirmiş, donunu çıkartmış ve dışarıda donunu sallayarak havalandırmış. Pencereyi kapatmış ve yerine dönmüş. Bu durum hanımının telefon konuşması sona erene kadar beş dakika daha devam etmiş. Mutlu bir şekilde gülümsemiş masumca. Karısı döndüğünde:
- "Seni beklettiğim için özür dilerim. Gözünü açtın mı? diye sormuş.
Kocası:
- "Gözümü hiç açmadım" diye yemin etmiş. Bunun üzerine karısı, adamın gözündeki bağı çözmüş ve bağırmış:
- "İyi ki Doğdun Aşkım, Happy Birthday To You."
Fakat bu sırada Doğum Günü Partisi için hazırlanmış masanın etrafında on iki adet misafir, ağızları bir karış açık, oturmuş adama bakıyorlarmış.
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini çok seven, bir bulutla yıldız vardı. Bulut, gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu;
Yıldızsa, en parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıydı. Gökyüzündeki her varlık onların sevgisini kıskanırdı. Tatlı bir kıskançlıktı onlarısınkisi. Ama biri vardı ki; bulut ve yıldızın ayrılmalarını yürekten istiyordu. Hem de, yıldızın en yakın arkadaşı olmasına ragmen.
Bulut biraz saftı, kimseyi kıramazdı. Yıldızsa, bulut için elinden gelen herşeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirdi. Zaten onun için bulutu, bir de çok sevdigi dostu, peri vardı. Bir derdi olduğunda gider periye anlatırdı. Nereden bilebilirdi ki, perinin birgün bunların hepsini yıldızla bulutun ayrılmaları için kullanacagını?. Bir gün nazar degdi bulutla yıldıza. Hiç yoktan bir sebep yüzünden tartıştılar. Bulut, çekti gitti, hatalı olmasına ragmen. Yıldızsa, "Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir. " diye düşündü. fakat hiç bir şey bekledigi gibi gitmedi.
Bulut dönmedi. Kimbilir, belki de cesaret edemedi dönmeye. Tek bir gerçek vardı ki; ikisininde çok üzgün oldukçarıydı. Gökyüzündeki iyilik melekleri bile agladılar onların durumlarına, ama ne fayda. Ertesi gün, yıldız olanları en yakın dfostu periye anlattı. Periyse, göstermelik bir hüzne büründü. Eline büyük bir fırsat geçmişti. Artık hayatı boyunca kıskandıgı kişiye karşı kozları vardı elinde. O kişi; en yakın dostu yıldız olmasına ragmen, kullanacaktı kozlarını. Hem de büyük bir zevkle.
Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmedigini söyledi. Bulut ise üzüldü, boynunu büktü ama elinden hiçbirşey gelmeyeecegini düşündü.
Çünkü yıldız inatçıydı. Bir kere "olmaz" dediyse bir daha ‘olur'
Demezdi. Peri de, bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp, ona olan sevgisini itiraf etti. Bulut da kimseyi kıramadıgı için, perinin yıldızın yerine geçmesine izin verdi. Yıldız; günlerce bulutun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi. Ama bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi. Gece yola çıktı.
Bulut, dostu sandıgı peşöyle birlikte ayda eleleydi. Melekler dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza. Çok üzüldü ve çaresiz, döndü arkasına gitti. Yavaş yavaş sönmeye başladı. O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu. Bulutsa artık ne o kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi. Yıldız, ilk zamanlar herşeyden vazgeçti, hayata küstü. Ama kolay pes etmezdi. Kısa bir süre sonra haYaşlı ilgili önemli kararlar verdi: O güne kadar hiç görmedigi güneşin yanına gidecekti ve biraz daha ışık isteyecekti ondan. Çok geçmeden, görmedigi güneşin yanına gitti.
Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi. Güneş ışık yerine sevgisini verdi yıldıza. O gün bugündür, yıldız; dünyaya güneşin sevgisini yansıtır. Bulutsa; hep gözyaşlarını akıtır dünyaya. Bir de yüreginde kopan fırtınaları.
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç. Birbirileşöyle konuşacak cesüreti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar.
İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında. Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra. Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu. Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar amaşöylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar oldukçarında da hep mutluydular.
Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için yada tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip - tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki. Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü. Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler. "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam:
" Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep.
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin İkinci rafına bak. "Kütüphanenin İkinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koştaran kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten. Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık"levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu varaneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı. "
"Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.
"Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı. kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık. "
Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:
"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut.
"Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere. Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği.
Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restaranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen.
Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya. "
"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı. Ertesi gün, öğle vakti o restaranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı. kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü Adamın. akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkaç etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "
Defol" dedi nefretle. İlk celsede boşandılar. Modern bir aşk hikayesinin şöyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteşöyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilişöyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.
Aradan bir yıl geçti. Her şeyin ilacı olduğu şöylenen zaman bile, kadının derdine çare olİmamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin seşöyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuİmamız görekiyor" dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:
" Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü.
Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynİmamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi. "
Gözlerinden akaç yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu. Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim. "
"Fakat benim için ölmeni istemedim"
"Şimdi bana söz vermeni istiyorum. "
"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"
Son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın. Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım. "
Bu sabah uyandığımda ev sessizdi. Salona geçtim saate baktım saat on iki'ye geliyordu. Amma'da uyumuşum. Kimse bu sabah beni uyandıİmamış. Masanın üstünde bügünün gazetesi vardı, tam baş sayfada bir ölüm haberi, yine bir genç basılmıştı. söylerim diken diken oldu ürperdim bir anda. üstümü giydim ve dısarı çıktım. Adım adım yürüyordum, köyün içinde. Bütün evlerin kapıları kapalıydı insanlar yok olmuş gibiydi. Sankide terk edilmiş bir köydü. Yürüdükçe içime bir sıkıntı doğuyordu. Sonra sokağın sonuna geldim ve mezarlığın tarafında bir kalabalık gördüm. Telaşla koşmaya başladım. Koşuyordum ama sanki nefes almıyordum nefesim hiç tükenmiyordu ve ben hiç yorulmuyordum. Mezarlığa varınca annemi gördüm, ağlıyordu. Ama garip olan benim adımı haykırıyordu. Sesi gökyüzünü inletiyordu. Bütün ailem perişan bir haldeydi, kimi ağlıyor kimiyse sadece adımı sayıklıyordu. Anneme seslendim ‘anne ben burdayım, niye ağlıyorsun?' diye sordum. Sesimi duymadı beni gormemiş gibi devam etti ağlamaya. Tek tek herkese dokundum coğuna ilk defa sarıldım ama kimse duymadı, hissetmedi. ‘Ağlamayın, ağlamayın, ağlamayın. ben ölmedim' diye haykırdım defalarca ama kimse duymadı. O anda anlamıştım neler olduğunu hepsini tekrar yaşıyormuş gibi hatırladım. Ben ölmüştüm dün o bir türlü gelemeyen ambulans hiç gelmemişti ve bu cenaze benim cenazemdi, benim için bitmişmişti hayat başlamıştı ölüm. Dün hergün olduğu gibi yine evden çıkmıştım kimseyle vedalaşmadan. Tam eve dönecekken otostop çekmeyi beklerken meğersem ecelimi bekliyormuşum. Çünkü karşıdan hızla gelen bir araç benide aldı bereberinde ve hayatımda biriken acılarla beni sürükledi yerde. Çok canım acımıştı ama şimdiyse hiçbirşey hissetmiyorum. Dün evden çıkarken hiç geri dönemeyeceğim diye bir his yoktu içimde. Vedalaİmamıştım kimseyle. Onları aslında ne kadar sevdiğimi söyleyememiştim. Belkide ilk kez ama son kez sarılİmamıştım.
Üc gün mevlit okundu bizim evde. Annem hep ağlıyordu. Ne çok sevenim varmış meğer. görememişim hayattayken. Benim için ne kadar insan ağlıyor ne kadar insan üzülüyordu. Ama herşey bitmişti. Ölümmüş son nokta.
Yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, hepside geride kalmıştı. Neden? diye sordum Allaha. Bana bir şans daha vermesi için yalvardım söz veriyorum daha dikkatli olacağım her saniyenin değerini bileceğim diye isyan ettim. Günlerce yalvardım Allaha bana bir şans daha ver diye. Ama vermedi bana tekrar bir şans vermedi. Dokunuyordum ama beni kimse hissetmiyordu, ben ordaydım ama beni kimse görmüyordu, ben artık bir hiçtim. bir ölüydüm sadece. Benim için bitmişti hayat başlamıştı ölüm.
Geriye kalan gözü Yaşlı bir anne ve baba vardı bana sarılamadıkları için sevdiklerini söyleyemedikleri için pişmanlık duyan bir anne ve baba.
Kardeşlerim, ailem, arkadaşlarım ve o sabah ölüm haberimi gazetede okuyup bana acıyan insanlar. İnsan her kapıdan çıkışında dönüp'de bakmalı bir arkasına düşünmeli geri dönebilecekmiyim diye yada ardımda bıraktıklarımı bir daha görebilecekmiyim diye. Ben düşünemedim. Aklıma hiç gelmemişti ölüm daha çok gençtim ve yapacak daha çok şeyim vardı hayatta. Hayattayken sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi gelir insana. Ama hayatşöyle garipki bir saniye varsın bir saniye yoksun. Ileride pişman olmamak için insan sevgisini göstermeli, kimseyi kıİmamalı, insan hayattayken yaşamanın değerini bilmeli. kaç gün geçti aradan artık ölümü kabüllendim ve Allah beni affetmeyecek bana yaşİmam için bir şans daha vermeyecek. Vaktim doldu ben gidiyorum. hoşcakaç anne hoşcakaç baba hoşcakaç köyüm, hoscakaç dünya hakkınızı helal edin Ben sizinle hep olacağım ben ölmedim ruhum yaşıyor biz ölmedik ruhumuz yaşıyor. Siz beni görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Siz bizi görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Ben yaşıyorum. BİZ YAŞIYORUZ VE HEP BURDAYIZ.
Donna'nın dördüncü sınıf öğrencileri geçmişte gördüğüm sınıflardan farklı değilmiş gibi görünüyorlardı. Öğrenciler beş sıra olarak sıralanmiş altı sırada oturuyorlardı. Öğretmen masası en önde öğrencilere bakıyordu. Panoda öğrencilerin çalışmaları asılıydı. Bir çok açıdan geleneksel bir ilkokul havası hissediliyordu. Yine de sınıfa ilk girdiğimde bir şey bana farklı görünmüştü. Belirli bir heyecan söz konusuydu. Donna, emekliliğine sadece iki yıl kalmış, Michigan'da küçük bir kasaba öğretmeniydi. Ayrıca benim tarafımdan bölge çapında düzenlenmiş personel geliştirme projesine gönüllü olarak katkıda bulunuyordu. Eğitim sürecinde öğrencilerin kendilerini iyi hissetmeleri ve yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmeleri baz alınıyordu. Donna'nın işi eğitim sürecine katılmak ve sunulan kavramları uygulamaya koymaktı.
Benim işim ise, sınıf ziyaretleri yapıp, uygulamaya hız kazandırmaktı.
Arka sıralardan birine oturdum ve izlemeye koyuldum. Bütün öğrenciler birşeyler yazıp karalıyorlardı. Benim yanımda oturan on yaşındaki kız öğrenci kağıdını "ben yapamam"cümleleşöyle doldurmuştu. "futbol topunu kaleye gönderemem. "
"Üçlü sayılarla bölme işlemi yapamam. " debbie'nin beni sevmesini sağlayİmam. "Sayfanın yarısı dolmuştu ve yazmaktan bıkmışa benzemiyordu. Kararlılıkla ve ısrarla yazmaya devam ediyordu.
Öğrencilerin defterlerine bağırak sıraların arasında yürümeye başladım.
Hepsi de cümleler yazıyorlar ve yapamadıkları şeyleri tanımlıyorlardı.
"On atış üst üste yapamam. "
"Sol alanda vuruş yapamam. "
"Bir kurabiye ile yetinemem. "O anda egzersiz bende merak uyandırdı. Öğretmene ne olup bittiğini sormaya karar verdim. Yanına yaklaşınca öğretmenin de yazmakla meşgul olduğunu gördüm. En iyisinin rahatsız etmemek olduğuna karar verdim. "John'un annesini zorla veliler gününe getiremem. "
"Kızımdan arabaya benzin koymasını isteyemem. "
"Alan'dan bileğini değil, kelimeleri kullanmasını isteyemem. "Öğretmenin ve öğrencilerin "yapabilirim"türü olumlu cümleler kurmak yerine neden şöyle bir olumsuzluğa saplandığı düşüncesine karşı Savaşıverirken oturduğum sıraya geri döndüm. Yeniden etrafımı izlemeye koyuldum. Öğrenciler bir on dakika daha yazmaya devam ettiler. Çoğu kağıtlarını doldurmuş, başka kağıda geçmişti. Donna, " Elinizdeki kağıdı bitirin, ama başka bir kağıda geçmeyin. " diye seslenerek egzersizin sonuna geldiklerini vurguladı. Öğrencilere kağıtlarını ikiye katlamalarını ve teslim etmelerini söyledi. Öğrenciler kağitlarını öğretmen masasının üzerindeki boş ayakkabı kutusunun içine koydular. Bütün kağıtlar toplanınca Donna kendi kağıdını da kutuya koydu. Kutunun kapağını kapadı. Kutuyu kolunun altına aldı ve kapıdan çıkıp koridorda ilerledi. Öğrenciler öğretmenin peşinden giderken ben de öğrencilerin peşine takıldım. Koridorun ortasında yürüyüş tamamlandı. Donna güvenlik odasına girdi ve elinde bir kürekle dışarı çıktı. Bir elinde kürek bir elinde ayakkabı kutusu öğrenciler arkasında bahçenin en uzak köşesine doğru yol aldılar. Ve kazmaya başladılar. "yapamam"cümleciklerini gömeceklerdi! Kazma işlemi yaklaşık on dakika sürdü, çünkü bütün öğrenciler sırayla kazıyorlardı.
Çukur bir - bir buçuk metre olunca kazma işlemi sona erdi.
"Yapamam"cümlecikleri kutusu çukurun dibine kondu ve üzeri toprakla örtüldü. Otuz bir tane on - on bir yaş çocuğu, yeni kazılmış çukurun başında bekleşiyorlardı. Her birinin bir metre aşağidaki kutunun içinde en az bir sayfa süren "yapamam"cümlecikleri vardı. Öğretmenin deşöyle.
Donna, "kızlar, erkekler elele tutuşun ve başınızı eğin. " diye seslendi. Öğrenciler sözüne uydular. Çukurun başında halka oluşturdular, elleşöyle sımsıkı bir bağ oluşturdular. Başlarını öne eğip beklemeye başladılar. Donna konuşmasına başladı:
"Arkadaşlar, bugün burada ‘yapamamlar' anısına toplandık. Yeryüzünde bizimle birlikteyken bir şekilde hepimizin hayatına girdi; kimimizinkine az, kimimizinkine çok.
Adı her okulda, her toplantı salonunda, hatta Beyaz Saray'da bile anıldı. ‘yapamamlar'ı sonsuz uykusuna göndermeye karar verdik. Erkek ve kız kardeşleri ‘yapabilirim', ‘yapacağim' ve ‘yapıyorum' hayatlarına devam ediyorlar. Onlar ‘yapamamlar' kadar ünlü, güçlü ve kuvvetli değildirler. Belki birgün sizin de yardımınızla dünyaya ayak izlerini bırakabilirler. İnsallah, ‘yapamamlar' huzur içinde yatarlar. İnsanlar onlar olmaksızın hayatlarına devam edebilirler. Amin!"Bu methiyeyi dinlerken öğrencilerin hiç birinin bugünü unutamayacaklarını düşündüm.
Bu aktivite oldukça sembolik bir anlam taşıyordu. gerek bilinçten, görekse bilinç dışından asla silinmeyecek bir beyin egzersizi gibiydi.
‘yapamam' cümlecikleri yazmak, onları gömmek ve methiye dinlemek.
Bunların hepsi de öğretmenin gayretleri ile gerçekleşmişti. Methiyenin sonunda öğrencilerini etrafında topladı ve onları sınıfa götürdü.
‘yapamamlar'ın ebediyete intikalini keklerle, patlamış mısırlarla ve meyve sularıyla kutladılar. Kutlamaların bir parçası olarak, Donna kalınca bir kağıttan mezar taşı kesti. En üste ‘yapamam'ı, en alta o günün tarihini yazdı. Kağıttan yapılmış mezar taşı o yılın anısına Donna'nın sınıfına asıldı. Nadiren de olsa öğrencilerden biri unutup, ‘yapamam' dediğinde Donna bunu gösterdi. Ögrenciler de Böylece ‘yapamamlar'ın öldüğünü hatırlayıp, yeni cümle kurmak zorunda kaldılar.
Donna'nın öğrencilerinden biri değildim. O benim öğrencilerimden biriydi. Yine de o gün ben ondan ömür boyu unutamayacağım bir ders aldım. Şimdi yıllar geçmesine rağmen, ne zaman ‘yapamam' gibi bir cümle duysam, dördüncü sınıf öğrencilerinin düzenlediği cenaze merasimi gelir aklıma. Ben de öğrenciler gibi ‘yapamamlar'ın öldüğünü anımsarım.
Doktor Serkaç Acar beyin şaşkınlığını kanser olduğumu ve beynimdeki radyoaktif maddenin iki ay içerisinde ölümüme sebeb olacağını açıklamaya çalışırken gözlerinden okuyabiliyordum. Neden olmasındı çünkü bu üçüncü kez kansüre yakalanışımdı. Bir insan üç kez mi kansüre yakalanırdı?
Ümitsiz bir sesle devam etti " göğüs ve cilt kanserlerini daha önce yenmeyi başarmışsınız. Yine bağırabilirsiniz. Allah'tan ümit kesilmez"
Hastaneden çıktığımzda hava kararmıştı ve umutsuz bir sonbahar yağmuru yağıyordu. Bir taksi çeviren kocam şoföre "konak pier " dedi. Oraya vardığımızda yağmur şiddetini iyice artırmıştı. Koşarak içeri girdik ve deniz manzarası olan bir kafenin cam kenarına oturduk. İkimizde sessizdik. Ben başımı pencereye dönerek denize düşen yağmur tanelerinin oluşturduğu noktacıkları izlemeye koyuldum. Kalbim güm güm vuruyor ve bu sefer ölümden çok korktuğumu düşünüyordum. Aslında kendim için değil küçük kızım için korkuyordum. Çünkü zavallıcık henüz sekiz yaşındaydı.
Bu vahşi dünyada onu nasıl annesiz bırakabilirdim ben. Bu düşünşöyle pencereden şiddetle yağan yağmuru izleyip sitemle "Allah'ım neden yine ben" diye mırıldandım. Sesimi duyan kocam bana doğru usulca uzandı avuçlarını yanaklarıma yapıştırarak gözyaşlarımı sildi. " Hayatım "
Dedi, onunda gözlerinden akaç acı yaşları görebiliyordum. Buna rağmen çok tatlı bakışları vardı. Lafını bitirmeesine izin vermeden "korkuyorum " dedim. "bu sefer çok korkuyorum, mücadele edecek gücüm kalmadı "
Ellerimi yanaklarıma kocamın ellerinin üzerine yapıştırdım ardından yüzümü çevirerek avuç içini tarif edilemez bir hüzünle öptüm. Ellerim benide şaşırtacak derecede titriyordu. Kocam konuşmaya devam etti. "Pes edemezsin. Sende biliyorsun Önünde kalıcı eserler bırakabilmen için koskoca iki ayın var. Hem sen demiyormuydun - bir gün herkes tarafından beğenilen resimler çizip ünlü olacağım - diye. Hadi önümüzdeki iki ayı dolu dolu değerlendirelim. "Kocam son derece içten konuşuyordu. Titrek bir sesle "Öleceksem bile iz bırakarak öleceğim" diyerek kocamı tasdikledim. Günler hızla ilerlemeye başladı. her gece ölümü hatırlayıp kızımı öpüyor, kokluyor kocamla vedalaşıyordum. Allah'ım ne kadar acı vericiydi bu. Öte yandan Doktorun belirttiği iki ayı doldurana kadar gece - gündüz resim yaptım. Bana "anne" diyen öğrencilerimle daha fazla zaman geçirdim. Bu arada Mithatpaşa caddesi Asansör durağında "Obje Sanat Galerisini "açtım. Herşey mükemmel gidiyordu benim için. Ölümü bile unutmuştum. fakat bir öğleden sonra öğrencilerimle birlikte çay içiyorken baygınlık geçirmişim. Beni hemen doktoruma götürmüşler.
Uyandığımda kocamın, dostlarımın ve ailemin yanımda oldukçarını gördüm.
Değişik duygular içerisindeydim. Mutlu mu olsaydım üzülsemiydim?
Hepsinin gözlerinde ölümümü gün be gün an be an izlemiş olmanın verdiği hüznü görebiliyordum. Ölüm bir insana bu kadar mı yaklaşırdı. Bir süre sonra doktorun odasına çağrıldığımda karmakarışık duygularla içeri girdim. Doktor tatlı tatlı gülümsüyordu, önce otuİmam için yer gösterdi ve sonra konuşmaya başladı "kızım, sana önemli iki haberim var, bunların ilki, beyninde biriken ve kansüre neden olan radyoaktif maddeyi terle atmışsın. aslında birkaç tahlil daha yapacağız ama bu formaliteden öteye gitmeyecek"şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Doktor gözlerimdeki merakı anlamış olmalı ki daha açık bir şekilde hem heceleyerek hemde daha neşeli bir sesle " Ha - ya - ta ge - ri dön - dün" dedi. Hayata geri dönmüştüm. Evet kızıma, kocama ve öğrencilerime geri dönmüştüm. İlacım resme ve insanlara duyduğum sevgi ve inandığım şeyler için çalışmamdı.
Ağlıyordum. Hem gülüyor hem ağlıyordum. Ne garip birşeydi. doktor devam etti "baygınlığının sebebini merak etmiyor musun "
" Ediyorum " dedim.
"Iyi Öyleyse sıkı dur, "tüm dikkatimi doktora yönelttim, vurgulayarak devam etti "Tam iki aylık hamilesin "O an yüksek tonlu bir çığlık attım.
Sesten ürken kocam ve ailem son sürat oDadın içeri girdiler.
Şaşkınlardı. Kocamı görür görmez sımsıkı sarılarak " Hamileyim, iki aylık hamileyim" diye çılgınca bağırdım. Kocam ya hastalığın diye homurdandığında ise sevinçle "yendim, onuda yendim. Hayata üçüncü kez geri döndüm "İşte şöyle, beynimdeki radyoaktif madde beklenmedik bir surprizdi benim için. İlk duyduğumda şöylenenlerin yalan olmasını o kadar çok istedim ki, bu gerçekle başa çıkmak kolay olmadı ama çalışarak atlattım. Yaşamdan kolmamak için resme sarıldım. Gece gündüz resim yaptım. Ve hala galerimdeki çocuklarıma dersler veriyor ve resim yapıyorum.
Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir. Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz? Sevgi üç türlüdür. Birincinin adı "
EĞER"türü sevgi. Belli beklentileri karşılarsak bize veriçecek sevgi.
Örneğin: eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsın seni severim. En çok rastlanan sevgi türü budur. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. Sevenini, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.
Evliliklerin pek çoğu " Eğer"türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları bağlıyor. Sevgi nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile " Eğer"türüne rastlanıyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfşöyle sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin? diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba vakşöyle sende bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın diyor. Baba daha çok kızarak delikanlıyı tokağlıyor. Çocuk da intihar ediyor.
Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı. İnsanlar " Eğer"türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek bu genç adamın yaptığı gibi yaşamı sürdürmekle ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir. İlginç değil mi?.
İkinci türe geçiyoruz:
"ÇÜNKÜ"türü sevgi. Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır.
Örnek mi? Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki.
Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki. Seni seviyorum.
Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki.
"Çünkü"türü sevgi " Eğer"türü sevgiye tercih edilir. " Eğer"türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz hoş bir şeydir egomuzu okşar. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir.
İnsanlar oldukçarı gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün "
Eğer"türünden Temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Haaranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar.
Seviçecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi? "Çünkü"türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var.
Birincisi acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz korkusu. Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar. İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir. Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş. Daha acısı aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik Temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş. Toğlumlardaki sevgilerin çoğu "Çünkü"türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür. Peki o zaman, gerçek sevgi, güveniçecek sevgi ne? Ve işte sevgilerin en gerçeği. Üçüncü tür:
"RAĞMEN" diye adlandırdığım türdür. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp şöyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, bir şey olmasına rağmen sevilir. Güzelliğe bakar misiniz. Rağmen sevgi.
Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "Rağmen"sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına "Rağmen"tapar. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Tabii bu sevşöyle karşılanması şartı ile. Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması görekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi, o haşöyle sevilebiliyor. Bütüşöyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur.
Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.
Bunun şöyle olduğundan nasıl emin olursunuz? Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir теsте davet ediyorum. Şu soruma cevap verin: Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize yaşİmamın ve yararı var diye sormaz mıydınız? Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?. Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz.
Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?. Şöyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar. Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni "Rağmen"türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır. Bugün yaşadığımız toğlumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok. Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?. Açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede?.
Hepsi o. Dünyadaki en büyük kıtlık, "RAĞMEN"türü sevginin yeterince olmayışıdır.
Dünyanın banağzından olduğu günlerdi. Sanırım birkaç defasında da evden ağlayarak dışarı çıkmıştım. Hayatım kararmıştı da bir ışık bekliyordum sanki ama yoktu. İşte şöyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir Mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım. "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir" diyordu. "Senin geçtiğin sokakta ben de vardım.
Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşıİmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!. "Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu? Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi. Ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacım vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?. Bunu zaman gösterecekti.
İlk gün kafam karıştı. Hem kendi problemlerimi hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum. Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. Kalbimin çarptığını hissettim. Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu. Bu inanılmazdı. Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı. Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla.
Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım. "Yarın yine yazdı, öbür gün yine. Ve sonraki günler yine yazdı. Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve her gün de dediğini yapıyordu. Her gün işyerinden dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla. Her gün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir; artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Şöylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım!. Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarımda geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı. Bir gün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; kimdi bu? Nasıl biriydi? Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başladım. O her gün yazıyordu ve nasılsa her gün yazmaya devam edecekti. Bundan emin olduğum için de, yazılarında anlattıklarından çok nasıl bir kalemle yazdığına, neden bu kağıdı seçtiğine, yazı stiline aklımı takmaya başladım. Yazılarışöylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili her şey de mükemmel olmalıydı. Ama her şey. O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl birisi tarafından getirildiğini görmeyi koymuştum kafama.
Öğle vaktine doğru sokağa gören postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim.
Mektubumu kutuya bırakmıştı, eli henüz havadaydı. Göz göze geldik. Aman Allahım. Aman Allahım, bu ne kadar çirkin bir adamdı şöyle! Dondum kaldım. O da başını eğdi döndü ve gitti. Ordaşöylesine bekliyordum şimdi. Kutuyu açıp mektubu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel bir mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı? O öptüğüm, kokladığım, göğsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamın mı eli değmişti? Saçmaladığımı biliyordum ama şöylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. Neye olduğunu bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunmadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünüm arasında köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!
Ertesi gün iş dönüşü baktım ki, kutuda hâlâ o aynı kirli mektup var!
Almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp baİmamaya başladım. Altı yedi hafta sonra dünya yine kıranlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Her şey çok ağırlaşmıştı yeniden.
Uyku bile uyuyamıyordum. Mektup aklıma geldiğinde gece yarısını geçiyordu. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, kutumu açtım ve mektubu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş, özlemiş olarak göğsüme bastırmış ve uzun zamandır ilk defa şöylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı biliyordum. En çok o gün merak etmiştim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini. Ve o akşam gözlerime inanamadım;
Kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu. Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu; "Sana gelmiş bir mektubu kırk sekiz gün okİmamakla ne kazandığını bilmiyorum. Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal! Çirkin Postacı. " donmuş kalmıştım şimdi. Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım;
Tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kaleşöyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz"yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim kutuda, aynı notum iki yıldır yapayalnız bekliyor.